MÜZİK : Bildiğiniz üzere, felsefenin uğraşı konularından biri “estetik – sanat bilimi”dir. “ontoloji – varlıkbilim” salt somut varlıklarla değil, “etik – ahlâk”, “estetik – sanat” gibi insan zihninin, çeşitli beşerî ilişkilerden çıkarsayarak oluşturduğu ve varlığı kabûl edilen soyut değerlerle de ilgilenir. Ancak, acaba hocamız Ortaylı, bu kadar kalabalık değerler küme’si içinden, felsefenin üç temel etmen’inden birini neden münferiden bir tek sanat dalı (müzik) olarak kabûl etmiş. Zihinsel bir ameliye ile oluşturulan (ahlâkî kurallar ve öteki sanat dalları gibi) değerler içinde müziğin neden hepsine birden galip gelen bir kapsamı oluyor? Zannediyorum, müziğin zihnî bir ameliye ürünü olma dışında bir doğası var? Etimolojisini inceleyelim; belki bir sonuca ulaşabiliriz.

Çağımızda, çeşitli bakışlara göre değişik sınıflandırmalara konu oluyorsa da, genel kabûle göre yedi
dalı olan güzel sanatlar eski Yunanda dokuz peri tarafından temsil edilirdi. Genel isimleri “Musa” olan bu perilerden “Polihimnia” “tanrıların sesleri”ni simgeliyordu. Bu musa’ya müziği “Polihimnia” yani “çok ya da zengin şarkı” adı verilmesi müziği temsil ettiğindendir (Yun. “poli” = çok; “umnos”= kutsal şarkı). Bu sanat dalının “Müzik” olarak isimlendirilmesi “Musa”lara ait, Musaların marifeti olmasına dayandırılıyor. Peki, bu kadar güzel sanat dalından sadece bir tanesi, yani “müzik” adının kaynağını neden Musaların genel adından alıyor? Bunun yanıtını da, sanat hakkında yapılan felsefî kuramlara özet olarak değinerek bulmaya çalışalım. XIX. Asrın bir estetik kuramcısı, aynı zamanda grafik sanatçısı olan John Ruskin sanat’ın yaratı ürünü olduğu fikrine karşıdır; “yaratmanın” tanrısal bir olgu olduğunu, insanın yaratamıyacağını, sadece doğayı ya da yaşamı kopya edebileceğini; gördüklerini, sezinlediklerini deforme ya da reforme ederek bunlardan kompozisyonlar çıkarabileceğini ileri sürer. Ancak, bu kuramın müziğe uygulanmasında çok güçlük çekiyoruz. Nitekim, her filozof gibi, sanat üzerine fikir yürütmüş olan Schopenhauer ve Nietsche “müziği” nesnel olmayan, farklı bir maddeye sahip bir sanat olarak görüyorlardı. Nietsche “Müziğin Apollonien ve Dionizyen bir sanat” olduğunu söylüyor; yani, bir yandan Yunan tanrılarının en güzeli ve lir çalarak Musa’ların korosunu yöneten Apollon’un disiplinini ve düzene egemenliğini gerektirdiğini, öte yandan da şarap tanrısı Dionizos’un kendinden geçmişliğini, trans halini ima ederek, tanrısal bir esin’e ihtiyaç gösterdiğini anlatıyor, zannederim. Gerçekden, nice insan ürünü melodiler vardır ki, bestecileri bunları doğanın neresinde bulup da taklidlerini yapabilmişlerdir? Bunun için Müziğe “bütün sanatların ecesi” diyorlar; sanat yaratıcılığını daha net ve somut bir gerçek olarak “müzik”de buluyoruz.

MÜZE : “Musa” adının dünya sözlüklerine kazandırdığı bir başka sözcük de “müze” (Fr. “Musée”, Lat. ve öteki dillerde “museum”, Yun. “museyon”) Musa’ların tapınağı ya da eserlerinin sergiendiği alan anlamında.

Olimpos, Yunanistanda Teselya’nın kuzey sınırında 3000 metreye yakın yükseklikde karla kaplı bir kütledir. Eski Yunanlılar burada tanrıların barındığına inanırlardı. İkinci derecede tanrılar, periler v.b. ilahî kadro’nun ise hem bu dağda hem de dolaylarındaki Parnassus, Helikon, Pireus isimli tepelerde gezinip ömür sürdüklerini kabûl ediyorlardı.

Dokuz kız kardeş olan “Musa”lar Pireusda doğmuş, öteki dağlara yayılmışlar; vakitlerinin çoğunu Boiotia’daki 1750 m. yükseklikdeki Helikon’da geçirir olmuşlardı. “Helios” güneş demek olduğuna göre insan yerleşimleri noktalarından güneşin doğduğu yer gibi görülüyor olmalı ki bu ismi almıştır. Günün her saatindeki ayrı çeşnide romantik görüntüleri, yamaçlarından akan su çağıltları, kayalarına vuran rüzgârın şiddetine göre çıkardığı fısıltı ya da haykırışları ile, çok yakınındaki Askra’da yaşamış olan Teogonia (Tanrıların Soyağacı) yazarı Hesiodos’a olduğu kadar, onun 1.5-2 asır sonraki ardılları lirik şiir yaratıcısı Pindaros ve onun rakibesi kadın ozan Korinna’ya yoğun bir ilham kaynağı oluştuması bakımından bu kutsal dağ’ın sanatlar için ilâhî merkez seçilmesi çok doğaldır. Bu nedenle kuzey yamacında “Ieron ton Muson – Musaların Tapınağı” inşa edilmişti. Tepesinde tanrıların en büyüğü Zeus için yapılmış sunak yeri, yakın kentlerde Musalara adanmış başka tapınaklar da vardı.

Musalardan, daha önce sözünü ettiğim, “Polihimnia” dışındakilere gelince: Melpomene “trajedi”yi, Talia “komedi”yi, Terpsikor “dans”, “tiyatro koroları” ve “lirik şiir”i, Kalyope “epik şiir”i (ya da “belâgat”i), Erato “aşk şiiri”ni, Öterpe “lirik şiir”i (bazılarına göre müziği), Klio “tarih”i, Urania “astronomi”yi temsil ediyordu. Gördüğünüz gibi çağımızdaki, “sinema”nın ilâvesi ile 7 tane kabûl edilen sanat dalları sınıflandırmasından farklı olarak grafik ve plastik sanatları içermeyen bu sınıflamada şiir ve tiyatro, çeşitli dalları ile ağır basıyor. Yüzlerce yıl içinde başka başka ozanların destanlarına göre, Musaların temsil ettikleri dallar, dahil oldukları gruplar, hattâ kimlikleri değişmiş olabiliyor. “Astronomi”, “tarih” gibi şimdi sanat olarak kabûlde zorlandığımız bilim dalları demek ki o zamanlar ilhâm gerektiren hünerlermiş.

En azından “belâgat”i, “hamasî nutuk”a inhisar ettiren bizim gibi topluluklar için “sanat” vitrinine koyabiliriz. Musaların bazıları, yeri gelince ayrıca açıklama yapacağımız üzere, nereisler, khalisler, sirenler gibi, başka peri grupları içinde de yer alıyor. Bu dokuz sanat perisi, en büyük Tanrı Zeus’un “Bellek Tanrıçası” Mnemosine’den olan kızları imiş. Bu bahisde geçen ve Dünya dillerine yayılan sözcüklere “Zeus”dan başlayalım:

ZEUS (ya da Yunanlıların dillerini dişlerinin arasına sokarak telâffuz ettikleri biçimi ile THEOS) . En büyük tanrı olduğu için monoteist (tek tanrılı) dinlere” (değişik telâffuzlarla “Deus”, “Dei”, “Dios”, “Dieu” gibi) “Tanrı” karşılığı olarak geçmiştir. “Teoloji” (Tanrı Bilim – İlâhiyat), “Teokrasi” (Din Yönetimi, Şer’iat), “Teozofi” (bir tür tasavvuf olan Tanrı’ya sezgi ve içbilgi yolu ile ulaşılacağı öğretisi) gibi sözcükleri biz de kullanıyoruz. Gene Dünya literatürüne, özel anlamda “seyirci” olarak geçmiş bir “Theoros – Zeus’u gören” sözcüğü vardır ki, eski Yunanda “dinî bir şölenin seyircisi” demek’tir. Bazen seyircilerin “arkhe-theoros” (baş seyirci) denen grup şefi de olurmuş. Tiyatro dediğimiz “Theatro” da o kökden gelir; aslında “Zeus” adına düzenlenen “dinsel gösteri”dir. Sanıyorum, “Zeus” kökünden daha da fazla türetme yapılmıştır.

MNEMOSİNE : Çağdaş Yunancada da “Mneme” hafıza, bellek demektir. Psikiatride “bellek yitimi”nin bilimsel adı olan “amnesia”ya dikkatinizi çekersem bu tanrıçayı daha rahat hatırlarsınız. Sanatın, ilham yanında, derin bir zihinsel birikimle zengin bir kompozisyon üretimi olduğu göz önüne alınarak, arka planda güçlü bir belleğin olması gerektiği Musaların annesinin adından belli oluyor.

ERATO : “Aşk şiiri”nin temsilcisi olan bu perinin adının anlamını açıklamaya fazla gerek yok; “aşk tanrısı” Eros’dan yana demek; zamanımızda çok kullanılan “erotik-şehevî” sözcüğünün kökeni…

ÖTERPE – TERPSİKOR – LİRİZM : Lirik şiiri (lurikos poema) Öterpenin mi yoksa Terpsikor’un mu temsil ettiği belli değilse de, “Lirizm”in zamanımıza ulaşımını bu karma maddede anlatayım: Yunanlıların “lura” ya da “lira” dedikleri (ve bir zamanlar Hermes’in icadedip Apolla’ya verdiğine inandıkları) müzik enstrumanına biz de “lir” diyoruz. Yunanlıların bir sanat dalı kabûl ettikleri bu icraat “lir eşliğinde şiir söylemek”dir. Böylece şiir’in duygusal etkisi güçlendirilmiş oluyor. Derin bir duygusal etki bırakan sanata bunun için şimdi de “lirik” diyorlar. Edith Hamilton “lirik şiir”i Öterpe’nin temsil ettiğini söylüyor. Başka müelliflere göre, önceleri, Trakyanın ilkel sanatını simgeleyen Öterpe sonradan “Müzik” musa’sı oldu ve heykellerinde elinde “flüt”le gösterildi. Terpsikor, lirik şiir dışında, genel olarak dans ve tiyatro korolarının ilham perisi kabûl edilir; simgesi de “lir”dir. “Şiir”in Yunanca karşılığı “poema” hemen hemen aynı formda batı dillerine geçmiştir.
TALİA – MELPOMENE – KOMODIA – TRAGODİA : Adı “bitki çiçeklendiren” demek olan “Talia” Yunancası “komodia” olan “komedi” sanatının ilham perisidir. “Koomo(s)” eğlence, bayram, festivâl anlamlarında; “komodia” da “eğlence sanatı”nın adı… Eski Yunanda festivale verilen bu isim zamanla “gülmece sanatı”na dönüşerek tüm Dünya dillerine öyle geçti.

“Kadın şarkıcı” demek olan “Melpomene” önce “şarkı perisi” iken şarap tanrısı Dionizosla ilişki kurunca, başında asma dalından bir taç elinde trajedi maskesi ile (her hâlde bir ayyaşın eline düşmesinden olacak) trajediyi temsil etmeye başladı. Osmanlıcada “haîle” denilen sonu facia ile biten tiyatro oyunu “tragodia – trajedi” ise Yunanca “tragodos = trajik şarkıcı”dan gelir. Bunun etimolojisi : “trag-os”= teke, erkek keçi; “odos”= şarkıcı’dır (odein = şarkı söylemek; ode= şarkı, lirik şarkı olarak çağımıza gelmiştir). “Teke şarkıcı” tabir edilmesinin nedeni Dionizosla ilgili dinsel törenlerde bazı şarkıcıların teke postu giymesi idi; bu görünüşleri ile, orman perilerini korkutan ve taciz eden yarı ınsan yarı teke şekilli, çirkin cinleri yani üzüntüyü ve korkuyu temsil ediyorlardı.

KALYOPE – EPİK ŞİİR – BELAGAT : Kalyopenin simgelediği gerek “epikos poema” gerekse “retorik” sözcükler olarak hepimizin bildiği üzere dünya dillerine geçmiştir. “Epo” söz, anlatma, şarkı anlamlarına gelir; burada öykü (özellikle kahramanlık öyküsü) nakletme demektir. “Erein = konuşmak, nutuk söylemek” masdarından gelen “retorik = hitabet” aynen ve “retor = hatip” “orator” olarak çeşitli çağdaş dillelere girmiştir.

KLİO – İSTORİA : “Tarih”in Yunancası olan “İstoria” çok önemsiz telâffuz değişiklikleri ile batı dillerine geçmişdir. Bunu temsil eden Klio’nun adı da zooloji biliminde yüzgeç ayaklı bir yumuşakça türüne verilmiştir.

URANIA – ASTRONOMİA : Astronominin yöneticisi ve Güneş tanrısı Apollonun aşık olduğu Urania tasvirlerde elinde bir küre ile gösterilirdi. Eski efsanelerde “Afrodit Urania” olarak adı geçen gök tanrıçası, “Afrodit Pandemos”un tersine şehvanîyeti değil, ciddî kadınlığı ve iffeti temsil ediyordu. “Urania”, Yunancada “gök” anlamına gelen ve kötü şöhreti olan erkek “gökyüzü tanrısı” Uranos’un dişilidir. Astronom Herschel 1781’de keşfettiği Güneş gezegenine (Latince versiyonu ile) “Uranus” adını vermiştir. Urania adı zooloji’de Madagaskarda yaşayan hercaî renklerle donanmış süslü bir kelebeğe, bu adın çoğulu “uraniidae” ise pul kanatlı böcekler familyasına verilmiş.

Astronomi olarak çağdaş dillere geçen “astronomia”nın açılımı: “Astron”= gök cismi; “nomos”= yasa, kural, düzenleme yani “gök cisimleri düzeni” oluyor. Astron adı da Zeus’un “yıldız kız”ı “Astraea”dan geliyor.

SİRENLER ve HARPY’LER: Sirenler gemiciler için büyük tehlike yaratan habis ruhlardı. Çok güzel ve büyülü sesler çıkararak yakınlarından geçen gemi mürettebatını yollarındana saptırır; geminin kayalıklara çarpıp parçalanmasına neden olurlarmış. Antik vazolarda kuş bedenli kızlar olarak resmedilirler. Homer’in Odiseos destanını özetlerken göreceğimiz üzere, Kirke (Güneş tanrısı Helios’un kızı) Odiseos’a tayfalarının kulaklarını mumla tıkaması, kendisini de gemi direğine bağlaması öğüdünde bulunmuş. Gelecek yazımızda anlatacağımız “Orpheus” öyküsünde buna farklı bir çözüm bulunduğunu göreceğiz. Sonraki lejandlar, buna benzer bir iki başarısızlık üzerine sirenlerin intihar ettiklerini anlatır. Homer’e göre, Aeaea (Kirke’nin yurdu) ile Skylla’nın* bulunduğu kayalıklar arasındaki batı denizinde bir adada yaşayan iki Siren vardı. Sonra (mitolojideki sürekli değişimlere uyarak) sayıları üçe çıkarılan sirenler Batı İtalyada Napolide yaşamaya başladılar. Kimi söylenceler deniz tanrısı Forkis’in, kimisi ırmak tanrısı Akelos’un kızları olduğunu ileri sürer. Ovidius’a göre nimfalardı ve Persefon’un oyun arkadaşları idiler.

Bugün de, bir tören’e davet eden ya da tehlike uyarısı yapan “alarm” aygıtlarına “siren” denmektedir.

siren’s song-yusuf artun

siren__s_song_by_yusufartun.jpg

Harpy’ler de, sirenlere benzer; gemicileri korkutur; insanları kaçırırlardı. Başlangıçda (Hesiodos’un “Teogonia’sına göre) kanatlı güzel kızlar iken sonradan (Homeros’a göre) siren hâline evrimleşerek çirkin kadın yüzlü, kuş bedenli, kancalı, sert pençeli canavarlar oldular. “Aello” (Kasırga kırlangıcı), “Celaeno” (Kara kırlangıç – buna “çevik ayak” anlamına Podarge de denirmiş) ve “Ocypete” (çevik kanat) adlarında tahripkâr doğa hareketlerini, sert rüzgârları somutlaştıran ve Zeus’un köpekleri unvanını alan üç kız kardeşlermiş. En büyük canavar Tayfeos’un ve tüm canavarların anası Ekidna’nın kızları, Gökkuşağı İris’in kardeşleri imişler. Argonotlar mit’inde, Trakya kralı Phineus’un yiyeceğine musallat olduklarını göreceğiz. Batı’da yırtıcı, gaddar kişileri “harpy” diye nitelendirirler. Zoolojide “harpy kartalı – Thrasaetus Harpia” adında bir kartal türü vardır.

Eski Likya bölgesinin yönetim ve din merkezi olan ve Antalya-Muğla sınırında, Eşen Çayı boyundaki Ksantos (Xanthos, Kınık da deniyor) kentindeki zenginlikler, XIX. asrın başında İngilizlerin dikkatini çekmişti. 1842’de İngiltere’ye 70 sandık halinde gönderilen parçalar içinde, şimdi British Museum’da sergilenen, bir “Harpy Türbesi” de vardı. Şu anda, Fransızlar tarafından yürütülmekde olan Xanthos (bu isim sarı anlamına gelir) kazıları sırasında, 2004’de bir “Harpy Türbe”sine daha rastlanmıştır.

ERİNYA’lar ya da ERYNS’ler (Lât. Furiae, Dirae) : Bütün kötülüklerin öcünü alan “Allekto”, “Megaira”, “Teisiphone” adında üç intikam tanrıçasıdır. Uranos’un kanından doğduklarına değinmiştik. Yılanlar, çıralar, kamçılar onların simgeleridir. Eskilos’un “Oreteia” trilogia’sının (üç bölümlü yapıt) son bölümünde peşine düştükleri Orestes’i Atena kurtaracaktır. Sonradan Areopag doğusundaki bölgeye göçerler ve zalim olmakdan çıkarak “Eumenid”lere (iyiliksever, dost tanrıçalar) dönüşürler. Areopag diye bir coğrafî mahal bulunmadığından, sanırım, metinlerde kastedilen, bu ismi taşıyan yönetsel ve yargısal kararlar veren “Soylular Kurulunun” erdemini kazanmak gibi mecazî bir anlatımla “hidayete, adalete erme” olsa gerektir.

İKSİON : Bazı lejandlara göre tanrı Ares’in; bazılarına göre Teselya’daki Lapit’ler kralı Flegias’ın oğlu; kimisi de Flegias’ın Ares soyundan geldiğini iddia eder. Kayın pederine karşı işlediği cinayet sonrası kimsenin İksion için günahlarından arındırma (catharsis) töreni yapmaya yanaşmaması üzerine Zeus ona acıyarak affetti ve ölmezlik kazandırdı; tanrıların sofrasına dahil etti. Ama namkör İksion, Zeus’un bu lûtfunu istismar ederek Göklerin Hanımefendisi Hera’ya sarkmaya başlayınca tanrıça kendisine benzeyen bir bulut’u onun karşısına çıkardı. Nefele adındaki bu bulut İksion’a “Kentavr’lar” denilen yarı insan yarı at yaratıkları doğurdu. Zeus ise, İksion’a ceza olarak; onu boşlukda durmadan dönen (çeşitli söylencelere göre kanatlı ya da alevler saçan) bir tekerleğe bağlayarak sonsuza kadar dönmeye mahkûm etti. Bu öykünün daha sonraki versiyonuna göre ceza boşlukda değil Yeraltı dünyasında infaz edilegelmiştir. Pindaros “Pythia Od’ları” adlı eserinde öykünün tümünü yazmıştır. (“Pythia” bazı olimpiyad oyunlarının yapılmış olduğu bir kenttir. “Od” ise uzun övgü şiirleri ve bunun için bestelenen gazel tarzı şarkılardır. Pindaros hakknda “Yunan koro geleneği” ile ilgili bahsimizde bilgi verilecektir). İksion üzerine yapılmış en güzel sanat eseri, XVII. asır, baroque İspanyol ressamı José Ribera’nın, Madrid’deki Museo del Prado’da sergilenen tablosudur.

* Skylla : İstanbul Boğazının bir yakasında, Karadeniz ağzında durup gemilerden adam kapan canavar.

* Maenadlar (Maenades) : Thyades, Klodones, Mimallones ve Lâtince: Bacchae, Lenae gibi başka isimler de alırlar.
** Tirsus : Dionizos’a tapanların, dansederken başlarına koydukları sarmaşıklı değnek; salkım biçiminde çiçek.

Yunanın büyük mitoloji mirasının, zamanımıza kadar yıpranmasının terisne zenginleştirilerek nakledilmesinde en fazla emeği geçen hikâyeciler prensi Ovidiusa saygı borcu olarak öykülerimize, yazılı olarak sadece onun tarafından nakledilmiş ve tipik bir başkalaşma modeli olan “Arachne” ile başlamak istiyorum. Öyküdeki tanrı isimleri de bu bakımdan Lâtince versiyonları ile verilmiştir.

ARACHNE : Geçen yazımızdaki dip not’da, Sayın dostumuz Mükremin Barut’un bir katkısına verdiğimiz yanıtta, insanın güç ve beceri tutkusunu kendileri ile yarışma gibi gören tanrıları gazaba getirdiği üzerinde durmuştuk. Arachne adındaki genç kızın hazin kaderi de, tanrılara eş koşma kabûl edilen sanatkârlığının bedeli olmuştur.

Olimposlular arasında Vulcanus nasıl maden işleri zenaatinin pîri ise Minerva da (Atena) dokumacılık divası olarak bilinirdi. Dokuduğu kumaşların incelik ve güzelliğinden o kadar emindi ki, basit bir köylü kızın dokumacılıkda kendisine üstünlüğünü iddia ettiğini öğrenince çılgına dönmüştü. Doüğruca onun yaşadığı kulübeye koşarak aralarında bir yarışma yapılmasını isteyerek meydan okudu. Arachne Tannça ile yarışmayı fütursuzca kabûl etti. Her ikisi de dokuma tezgâhlarını karşılıklı kurup, çözgüleri üzerlerine gerdiler; çalışmaya başladılar. Gökkuşağının tüm renklerini taşıyan iplik çilelerinin yığınları ile altın ve gümüş lifleri etrafa dizilmişti. Minerva o zamana kadarki en üstün performansı ile harika bir eser vücuda getirdi; ancak, işini aynı zamanda bitiren Arachne’nin dokuduğu kumaş ondan asla aşağı kalmıyordu. Gazap içindeki ilâhe dokunmuş kumaşı baştan aşağı yırttı ve elindeki mekiği kızın kafasına kafasına vurdu. Bu çok ağır aşağılanma ile onuru kırılan zavallı kız kendini astı. Bunun üzerine kâlbi biraz yumuşayarak pişmanlık duygusuna kapılan Minerva onu ipten alıp boynuna tılsımlı bir sıvı serperek bir örümceğe dönüştürdü. Örümcek olarak yaşama dönen ve sanat becerisi kendisine iade edilen Arachne ağ örmeye devam etti.

Yunanca “örümcek” anlamındaki “arahne”, İt. “arania”, İsp. “araña”, Fr. “araigneé” gibi formlarla Lâtin dillerine geçmiştir.

AMALTHEA : Daha önce değindiğimiz Girit asıllı bir öyküye göre, sütüyle Zeus’ün bebekliğinde beslendiği keçidir. Başka bir inanca göre de keçi sahibi bir su perisidir. Keçinin boynuzlarında birini kırıp içini meyve ve çiçeklerle doldurarak Zeus’a armağan etmiş. Başka bir söylenceye göre keçinin boynuzunu Zeus kırıp Peri Amalthea’ya vermiş; Latin dilinde “Cornu copiae”, Latin mitolojisinde ise “Cornucopia” (Bereket Boynuzu) denen bu tılsımlı boynuzla peri ihtiyacı olan herkese istediği kadar yiyecek içecek sunarmış. Yunan mitolojisine ait olan bu lejanda karşılık Latinler bu boynuzun Poseidon’un oğlu ırmak tanrısı Akelos’a (Büyükmenderes’i simgelermiş) ait olduğunu ve Herakles’in, boğaya dönüşerek kendisi ile savaş eden ırmak tanrısını mağlup etmesinin şerefine bununla şarap içip kırdığını söylerler. Genel olarak zenginlik ve bereketi simgeleyen bu boynuz sanata konu olmuştur. British Museum kolleksiyonlarında saklanmakda olan karakalem “bereket” resmi bu konudaki en ünlü eser olup rönesans ressamı Sandro Boticelli’ya aittir.

Amalthea ismi “Jüpiter” gezegeninin küçük uydularından birine verilmiştir.

AMAZONLAR : Eskilos’un “Erkek düşmanı savaşçı amazonlar diye tanımladığı bu tümünü kadınların oluşturduğu topluluğun Kafkas dağları dolaylarında yaşadıkları ve baş kentlerinin Termodon ırmağı üzerindeki “Temiskira” olduğuna inanılır. Gûya, tarih öncesinde erkeklerin öldürdüğü, sonradan Olimposlu beş Tanrıça (Hera, Atena, Artemis, Hestia ve Afrodit tarafından reenkarne edilen (yeniden yaşama döndürülen) kadınlarmış. Karadeniz yöresine geçerek Bakırçay ve Sakarya arasında uzun süre yaşadıkları, Troyalıların yanında Akelilere karşı savaştıkları, rahat savaşmak için sağ memelerini kestirdikleri rivayet edilir. Sadece üremek için erkeklerle bir araya gelir sonra erkekleri öldürürlermiş. Yumamlılarla daima düşmanca ilişkileri olmuş; Priamos’un gençliğinde Frigyayı istilâ etmişler; Mitolojide Giritteki Minator adlı boğa başlı yaratığı öldürmesi ile ünlü Attikalı kahraman Teseus bunların üzerine (bazı söylencelere göre Herakleytosun yardımı ile) saldırmış; buna karşılık Amazonlar kısa bir süre için Attikayı işgâl etmişler; Teseus’un esir aldığı kraliçelerini kurtarmaya çalışınken yenilmişler. “Civilization in Asia Minor – from Troy to Ataturk – Küçük Asyada Uygarlık – Troya’dan Atatürk’e Kadar” isimli eserinde Herbert J. Müller, Amazonlar mit’inin yaratılması için Yunanlılara, bu kadın savaşçıların yaşadıkları söylenen coğrafyada bulunan silâhlı (genellikle iki yönlü baltalar) betimlenen Hitit rahibeleri heykellerinin esin vermiş olabileceğini yazıyor. Herakleytos’un (Latinlerde Hercules) savaştığı Amazon kraliçesi Hippolitadan teslim aldığı iki yönlü balta Lidya krallarının, sonra da Karya’da “Zeus Labrandeus’un amblemi olmuş (yıllarca önce “Guide Bleu – Mavi Rehber” ve bir posta dağıtıcısının yardımı ile Milasda bir köy evi bahçesinde, Zeus tapınağından kalma tek iz bir sütun parçası üzerinde bu çift yüzlü balta oymasını bulabilmiştim).

İlginçtir, Amazonlar , ozanlara kendileri hakkında şiir yazmakdan çok, sanatçılara heykel ve resimllerinin yapmılması ilhamını vermişlerdir. Bunlar hakkında en tanınmış sanat eserleri New York, Metropolitan Museum’da ve Vatikan Müzesinde sergilenen, birbirinin kopyası gibi hemen hemen aynı poz ve kıyafette (bir göğüs açıkda, kesilmiş olan diğer memeyi drapörili (kat kat kıvrımlı) mini harmaniyenin tek askısı ile örttüğü, İ.Ö. V.asırdan kalma) “Yaralı Amazon” heykelleridir. İsimlerini herkes bilir de haklarındaki öyküler pek az sayıdadır. Bir ara Likya’yı (Işık ülkesi – şimdiki Muğlanın doğu, Antalyanın batısını içine alan bir bölge) işgâl etmişler ve Bellerofon tarafından püskürtülmüşler (Bellorofon, Korintos’un kurucusu Glaukos’un oğlu; ayrı bir öykü konusu olacak).

Troya savaşında Yunanlılara karşı yaptıkları savaş sırasında, Ilyada’da yer almayan, Kraliçeleri Pentisilea’nın Akileos tarafından öldürülmesi öyküsünü ve Yunanlı kahramanın böylesine genç ve güzel bir kadını öldürmekden büyük üzüntü duyduğunu ve yas tuttuğunu Posanias naklediyor. Bu münasebetle, mitolojinin zamanımıza iletiminde büyük katkıları olan Posanias hakkında da özet bilgi verelim: İ.S. I.yüzyıl da, Lidya (yaklaşık olarak İzmir, Manisa’yı içine alan bölge) doğumlu, “Periegeisistes Hellados – Yunanistanı Tanıtmak” isimli gezi rehberinin sahibi coğrafyacı olan Posanias, Ovidius’un mitoloji derlemesinden bir buçuk yüzyıl sonra, tarihsel anıtları, mitleri ve gelenekleri yerlerinde özenle saptamakla büyük bir kültür bakımı hizmeti yapmıştır. Diana bahsinde adını andığımız J.G.Frazer : “Posanias’ın bu hizmeti olmasa idi, bir labirente girmiş gibi, uçsuz bucaksız Yunan örenleri karşısında şaşkın ve bilisiz kalacakdık” diyor. Ellas’dan önce Küçük Asyayı, Suriyeyi, Mısır’ı, Makedonyayı, Epirus’un adeta adım adım gezmiş olan Posanias Yunanistan gezilerini ise Attikadan başlayarak, Korintos, Argolis, Lakonia (Sparta), Messenia, Olimpia dahil Elis, Delfi dahil Fokis hakkında topladığı bilgileri on kitapda toplamış. Bu bilgilerin toplanıp yazılmasının 15 yılı aldığı sanılıyor. İ.S. 176’dan sonrası için verilen bir bilgi bulunamadığı için o tarihden sonra öldüğü sanılıyor. Önsöz ve sonuç bölümü bulunmayan kitaplarında, coğrafî konum, arazi ve iklim koşularının tanıtımına çok önem verirdi. Ören yerlerini ve yapı özelliklerini belirlemede o kadar dikkatli ve isabetli idi ki, günümüz araştırmaclarına, adeta yapacak başka şey bırakmamıştır. Amazonları hakkında daha önce yazılı kayda geçmemiş söylenceleri de tesbit etmesi derinliğine araştırma azmini gösteriyor.

 

” üzerine 5 yorum

  1. yavuz kumbasar

    çok muhteşem bilgilerin çok güzel bir Türkçe ile okuyanlara sunulduğu bir yazı….yazanı yürekten kutlarım..

yavuz kumbasar için bir cevap yazın Cevabı iptal et