MÜZİK : Bildiğiniz üzere, felsefenin uğraşı konularından biri “estetik – sanat bilimi”dir. “ontoloji – varlıkbilim” salt somut varlıklarla değil, “etik – ahlâk”, “estetik – sanat” gibi insan zihninin, çeşitli beşerî ilişkilerden çıkarsayarak oluşturduğu ve varlığı kabûl edilen soyut değerlerle de ilgilenir. Ancak, acaba hocamız Ortaylı, bu kadar kalabalık değerler küme’si içinden, felsefenin üç temel etmen’inden birini neden münferiden bir tek sanat dalı (müzik) olarak kabûl etmiş. Zihinsel bir ameliye ile oluşturulan (ahlâkî kurallar ve öteki sanat dalları gibi) değerler içinde müziğin neden hepsine birden galip gelen bir kapsamı oluyor? Zannediyorum, müziğin zihnî bir ameliye ürünü olma dışında bir doğası var? Etimolojisini inceleyelim; belki bir sonuca ulaşabiliriz.

Çağımızda, çeşitli bakışlara göre değişik sınıflandırmalara konu oluyorsa da, genel kabûle göre yedi
dalı olan güzel sanatlar eski Yunanda dokuz peri tarafından temsil edilirdi. Genel isimleri “Musa” olan bu perilerden “Polihimnia” “tanrıların sesleri”ni simgeliyordu. Bu musa’ya müziği “Polihimnia” yani “çok ya da zengin şarkı” adı verilmesi müziği temsil ettiğindendir (Yun. “poli” = çok; “umnos”= kutsal şarkı). Bu sanat dalının “Müzik” olarak isimlendirilmesi “Musa”lara ait, Musaların marifeti olmasına dayandırılıyor. Peki, bu kadar güzel sanat dalından sadece bir tanesi, yani “müzik” adının kaynağını neden Musaların genel adından alıyor? Bunun yanıtını da, sanat hakkında yapılan felsefî kuramlara özet olarak değinerek bulmaya çalışalım. XIX. Asrın bir estetik kuramcısı, aynı zamanda grafik sanatçısı olan John Ruskin sanat’ın yaratı ürünü olduğu fikrine karşıdır; “yaratmanın” tanrısal bir olgu olduğunu, insanın yaratamıyacağını, sadece doğayı ya da yaşamı kopya edebileceğini; gördüklerini, sezinlediklerini deforme ya da reforme ederek bunlardan kompozisyonlar çıkarabileceğini ileri sürer. Ancak, bu kuramın müziğe uygulanmasında çok güçlük çekiyoruz. Nitekim, her filozof gibi, sanat üzerine fikir yürütmüş olan Schopenhauer ve Nietsche “müziği” nesnel olmayan, farklı bir maddeye sahip bir sanat olarak görüyorlardı. Nietsche “Müziğin Apollonien ve Dionizyen bir sanat” olduğunu söylüyor; yani, bir yandan Yunan tanrılarının en güzeli ve lir çalarak Musa’ların korosunu yöneten Apollon’un disiplinini ve düzene egemenliğini gerektirdiğini, öte yandan da şarap tanrısı Dionizos’un kendinden geçmişliğini, trans halini ima ederek, tanrısal bir esin’e ihtiyaç gösterdiğini anlatıyor, zannederim. Gerçekden, nice insan ürünü melodiler vardır ki, bestecileri bunları doğanın neresinde bulup da taklidlerini yapabilmişlerdir? Bunun için Müziğe “bütün sanatların ecesi” diyorlar; sanat yaratıcılığını daha net ve somut bir gerçek olarak “müzik”de buluyoruz.

MÜZE : “Musa” adının dünya sözlüklerine kazandırdığı bir başka sözcük de “müze” (Fr. “Musée”, Lat. ve öteki dillerde “museum”, Yun. “museyon”) Musa’ların tapınağı ya da eserlerinin sergiendiği alan anlamında.

Olimpos, Yunanistanda Teselya’nın kuzey sınırında 3000 metreye yakın yükseklikde karla kaplı bir kütledir. Eski Yunanlılar burada tanrıların barındığına inanırlardı. İkinci derecede tanrılar, periler v.b. ilahî kadro’nun ise hem bu dağda hem de dolaylarındaki Parnassus, Helikon, Pireus isimli tepelerde gezinip ömür sürdüklerini kabûl ediyorlardı.

Dokuz kız kardeş olan “Musa”lar Pireusda doğmuş, öteki dağlara yayılmışlar; vakitlerinin çoğunu Boiotia’daki 1750 m. yükseklikdeki Helikon’da geçirir olmuşlardı. “Helios” güneş demek olduğuna göre insan yerleşimleri noktalarından güneşin doğduğu yer gibi görülüyor olmalı ki bu ismi almıştır. Günün her saatindeki ayrı çeşnide romantik görüntüleri, yamaçlarından akan su çağıltları, kayalarına vuran rüzgârın şiddetine göre çıkardığı fısıltı ya da haykırışları ile, çok yakınındaki Askra’da yaşamış olan Teogonia (Tanrıların Soyağacı) yazarı Hesiodos’a olduğu kadar, onun 1.5-2 asır sonraki ardılları lirik şiir yaratıcısı Pindaros ve onun rakibesi kadın ozan Korinna’ya yoğun bir ilham kaynağı oluştuması bakımından bu kutsal dağ’ın sanatlar için ilâhî merkez seçilmesi çok doğaldır. Bu nedenle kuzey yamacında “Ieron ton Muson – Musaların Tapınağı” inşa edilmişti. Tepesinde tanrıların en büyüğü Zeus için yapılmış sunak yeri, yakın kentlerde Musalara adanmış başka tapınaklar da vardı.

Musalardan, daha önce sözünü ettiğim, “Polihimnia” dışındakilere gelince: Melpomene “trajedi”yi, Talia “komedi”yi, Terpsikor “dans”, “tiyatro koroları” ve “lirik şiir”i, Kalyope “epik şiir”i (ya da “belâgat”i), Erato “aşk şiiri”ni, Öterpe “lirik şiir”i (bazılarına göre müziği), Klio “tarih”i, Urania “astronomi”yi temsil ediyordu. Gördüğünüz gibi çağımızdaki, “sinema”nın ilâvesi ile 7 tane kabûl edilen sanat dalları sınıflandırmasından farklı olarak grafik ve plastik sanatları içermeyen bu sınıflamada şiir ve tiyatro, çeşitli dalları ile ağır basıyor. Yüzlerce yıl içinde başka başka ozanların destanlarına göre, Musaların temsil ettikleri dallar, dahil oldukları gruplar, hattâ kimlikleri değişmiş olabiliyor. “Astronomi”, “tarih” gibi şimdi sanat olarak kabûlde zorlandığımız bilim dalları demek ki o zamanlar ilhâm gerektiren hünerlermiş.

En azından “belâgat”i, “hamasî nutuk”a inhisar ettiren bizim gibi topluluklar için “sanat” vitrinine koyabiliriz. Musaların bazıları, yeri gelince ayrıca açıklama yapacağımız üzere, nereisler, khalisler, sirenler gibi, başka peri grupları içinde de yer alıyor. Bu dokuz sanat perisi, en büyük Tanrı Zeus’un “Bellek Tanrıçası” Mnemosine’den olan kızları imiş. Bu bahisde geçen ve Dünya dillerine yayılan sözcüklere “Zeus”dan başlayalım:

ZEUS (ya da Yunanlıların dillerini dişlerinin arasına sokarak telâffuz ettikleri biçimi ile THEOS) . En büyük tanrı olduğu için monoteist (tek tanrılı) dinlere” (değişik telâffuzlarla “Deus”, “Dei”, “Dios”, “Dieu” gibi) “Tanrı” karşılığı olarak geçmiştir. “Teoloji” (Tanrı Bilim – İlâhiyat), “Teokrasi” (Din Yönetimi, Şer’iat), “Teozofi” (bir tür tasavvuf olan Tanrı’ya sezgi ve içbilgi yolu ile ulaşılacağı öğretisi) gibi sözcükleri biz de kullanıyoruz. Gene Dünya literatürüne, özel anlamda “seyirci” olarak geçmiş bir “Theoros – Zeus’u gören” sözcüğü vardır ki, eski Yunanda “dinî bir şölenin seyircisi” demek’tir. Bazen seyircilerin “arkhe-theoros” (baş seyirci) denen grup şefi de olurmuş. Tiyatro dediğimiz “Theatro” da o kökden gelir; aslında “Zeus” adına düzenlenen “dinsel gösteri”dir. Sanıyorum, “Zeus” kökünden daha da fazla türetme yapılmıştır.

MNEMOSİNE : Çağdaş Yunancada da “Mneme” hafıza, bellek demektir. Psikiatride “bellek yitimi”nin bilimsel adı olan “amnesia”ya dikkatinizi çekersem bu tanrıçayı daha rahat hatırlarsınız. Sanatın, ilham yanında, derin bir zihinsel birikimle zengin bir kompozisyon üretimi olduğu göz önüne alınarak, arka planda güçlü bir belleğin olması gerektiği Musaların annesinin adından belli oluyor.

ERATO : “Aşk şiiri”nin temsilcisi olan bu perinin adının anlamını açıklamaya fazla gerek yok; “aşk tanrısı” Eros’dan yana demek; zamanımızda çok kullanılan “erotik-şehevî” sözcüğünün kökeni…

ÖTERPE – TERPSİKOR – LİRİZM : Lirik şiiri (lurikos poema) Öterpenin mi yoksa Terpsikor’un mu temsil ettiği belli değilse de, “Lirizm”in zamanımıza ulaşımını bu karma maddede anlatayım: Yunanlıların “lura” ya da “lira” dedikleri (ve bir zamanlar Hermes’in icadedip Apolla’ya verdiğine inandıkları) müzik enstrumanına biz de “lir” diyoruz. Yunanlıların bir sanat dalı kabûl ettikleri bu icraat “lir eşliğinde şiir söylemek”dir. Böylece şiir’in duygusal etkisi güçlendirilmiş oluyor. Derin bir duygusal etki bırakan sanata bunun için şimdi de “lirik” diyorlar. Edith Hamilton “lirik şiir”i Öterpe’nin temsil ettiğini söylüyor. Başka müelliflere göre, önceleri, Trakyanın ilkel sanatını simgeleyen Öterpe sonradan “Müzik” musa’sı oldu ve heykellerinde elinde “flüt”le gösterildi. Terpsikor, lirik şiir dışında, genel olarak dans ve tiyatro korolarının ilham perisi kabûl edilir; simgesi de “lir”dir. “Şiir”in Yunanca karşılığı “poema” hemen hemen aynı formda batı dillerine geçmiştir.
TALİA – MELPOMENE – KOMODIA – TRAGODİA : Adı “bitki çiçeklendiren” demek olan “Talia” Yunancası “komodia” olan “komedi” sanatının ilham perisidir. “Koomo(s)” eğlence, bayram, festivâl anlamlarında; “komodia” da “eğlence sanatı”nın adı… Eski Yunanda festivale verilen bu isim zamanla “gülmece sanatı”na dönüşerek tüm Dünya dillerine öyle geçti.

“Kadın şarkıcı” demek olan “Melpomene” önce “şarkı perisi” iken şarap tanrısı Dionizosla ilişki kurunca, başında asma dalından bir taç elinde trajedi maskesi ile (her hâlde bir ayyaşın eline düşmesinden olacak) trajediyi temsil etmeye başladı. Osmanlıcada “haîle” denilen sonu facia ile biten tiyatro oyunu “tragodia – trajedi” ise Yunanca “tragodos = trajik şarkıcı”dan gelir. Bunun etimolojisi : “trag-os”= teke, erkek keçi; “odos”= şarkıcı’dır (odein = şarkı söylemek; ode= şarkı, lirik şarkı olarak çağımıza gelmiştir). “Teke şarkıcı” tabir edilmesinin nedeni Dionizosla ilgili dinsel törenlerde bazı şarkıcıların teke postu giymesi idi; bu görünüşleri ile, orman perilerini korkutan ve taciz eden yarı ınsan yarı teke şekilli, çirkin cinleri yani üzüntüyü ve korkuyu temsil ediyorlardı.

KALYOPE – EPİK ŞİİR – BELAGAT : Kalyopenin simgelediği gerek “epikos poema” gerekse “retorik” sözcükler olarak hepimizin bildiği üzere dünya dillerine geçmiştir. “Epo” söz, anlatma, şarkı anlamlarına gelir; burada öykü (özellikle kahramanlık öyküsü) nakletme demektir. “Erein = konuşmak, nutuk söylemek” masdarından gelen “retorik = hitabet” aynen ve “retor = hatip” “orator” olarak çeşitli çağdaş dillelere girmiştir.

KLİO – İSTORİA : “Tarih”in Yunancası olan “İstoria” çok önemsiz telâffuz değişiklikleri ile batı dillerine geçmişdir. Bunu temsil eden Klio’nun adı da zooloji biliminde yüzgeç ayaklı bir yumuşakça türüne verilmiştir.

URANIA – ASTRONOMİA : Astronominin yöneticisi ve Güneş tanrısı Apollonun aşık olduğu Urania tasvirlerde elinde bir küre ile gösterilirdi. Eski efsanelerde “Afrodit Urania” olarak adı geçen gök tanrıçası, “Afrodit Pandemos”un tersine şehvanîyeti değil, ciddî kadınlığı ve iffeti temsil ediyordu. “Urania”, Yunancada “gök” anlamına gelen ve kötü şöhreti olan erkek “gökyüzü tanrısı” Uranos’un dişilidir. Astronom Herschel 1781’de keşfettiği Güneş gezegenine (Latince versiyonu ile) “Uranus” adını vermiştir. Urania adı zooloji’de Madagaskarda yaşayan hercaî renklerle donanmış süslü bir kelebeğe, bu adın çoğulu “uraniidae” ise pul kanatlı böcekler familyasına verilmiş.

Astronomi olarak çağdaş dillere geçen “astronomia”nın açılımı: “Astron”= gök cismi; “nomos”= yasa, kural, düzenleme yani “gök cisimleri düzeni” oluyor. Astron adı da Zeus’un “yıldız kız”ı “Astraea”dan geliyor.

SİRENLER ve HARPY’LER: Sirenler gemiciler için büyük tehlike yaratan habis ruhlardı. Çok güzel ve büyülü sesler çıkararak yakınlarından geçen gemi mürettebatını yollarındana saptırır; geminin kayalıklara çarpıp parçalanmasına neden olurlarmış. Antik vazolarda kuş bedenli kızlar olarak resmedilirler. Homer’in Odiseos destanını özetlerken göreceğimiz üzere, Kirke (Güneş tanrısı Helios’un kızı) Odiseos’a tayfalarının kulaklarını mumla tıkaması, kendisini de gemi direğine bağlaması öğüdünde bulunmuş. Gelecek yazımızda anlatacağımız “Orpheus” öyküsünde buna farklı bir çözüm bulunduğunu göreceğiz. Sonraki lejandlar, buna benzer bir iki başarısızlık üzerine sirenlerin intihar ettiklerini anlatır. Homer’e göre, Aeaea (Kirke’nin yurdu) ile Skylla’nın* bulunduğu kayalıklar arasındaki batı denizinde bir adada yaşayan iki Siren vardı. Sonra (mitolojideki sürekli değişimlere uyarak) sayıları üçe çıkarılan sirenler Batı İtalyada Napolide yaşamaya başladılar. Kimi söylenceler deniz tanrısı Forkis’in, kimisi ırmak tanrısı Akelos’un kızları olduğunu ileri sürer. Ovidius’a göre nimfalardı ve Persefon’un oyun arkadaşları idiler.

Bugün de, bir tören’e davet eden ya da tehlike uyarısı yapan “alarm” aygıtlarına “siren” denmektedir.

siren’s song-yusuf artun

siren__s_song_by_yusufartun.jpg

Harpy’ler de, sirenlere benzer; gemicileri korkutur; insanları kaçırırlardı. Başlangıçda (Hesiodos’un “Teogonia’sına göre) kanatlı güzel kızlar iken sonradan (Homeros’a göre) siren hâline evrimleşerek çirkin kadın yüzlü, kuş bedenli, kancalı, sert pençeli canavarlar oldular. “Aello” (Kasırga kırlangıcı), “Celaeno” (Kara kırlangıç – buna “çevik ayak” anlamına Podarge de denirmiş) ve “Ocypete” (çevik kanat) adlarında tahripkâr doğa hareketlerini, sert rüzgârları somutlaştıran ve Zeus’un köpekleri unvanını alan üç kız kardeşlermiş. En büyük canavar Tayfeos’un ve tüm canavarların anası Ekidna’nın kızları, Gökkuşağı İris’in kardeşleri imişler. Argonotlar mit’inde, Trakya kralı Phineus’un yiyeceğine musallat olduklarını göreceğiz. Batı’da yırtıcı, gaddar kişileri “harpy” diye nitelendirirler. Zoolojide “harpy kartalı – Thrasaetus Harpia” adında bir kartal türü vardır.

Eski Likya bölgesinin yönetim ve din merkezi olan ve Antalya-Muğla sınırında, Eşen Çayı boyundaki Ksantos (Xanthos, Kınık da deniyor) kentindeki zenginlikler, XIX. asrın başında İngilizlerin dikkatini çekmişti. 1842’de İngiltere’ye 70 sandık halinde gönderilen parçalar içinde, şimdi British Museum’da sergilenen, bir “Harpy Türbesi” de vardı. Şu anda, Fransızlar tarafından yürütülmekde olan Xanthos (bu isim sarı anlamına gelir) kazıları sırasında, 2004’de bir “Harpy Türbe”sine daha rastlanmıştır.

ERİNYA’lar ya da ERYNS’ler (Lât. Furiae, Dirae) : Bütün kötülüklerin öcünü alan “Allekto”, “Megaira”, “Teisiphone” adında üç intikam tanrıçasıdır. Uranos’un kanından doğduklarına değinmiştik. Yılanlar, çıralar, kamçılar onların simgeleridir. Eskilos’un “Oreteia” trilogia’sının (üç bölümlü yapıt) son bölümünde peşine düştükleri Orestes’i Atena kurtaracaktır. Sonradan Areopag doğusundaki bölgeye göçerler ve zalim olmakdan çıkarak “Eumenid”lere (iyiliksever, dost tanrıçalar) dönüşürler. Areopag diye bir coğrafî mahal bulunmadığından, sanırım, metinlerde kastedilen, bu ismi taşıyan yönetsel ve yargısal kararlar veren “Soylular Kurulunun” erdemini kazanmak gibi mecazî bir anlatımla “hidayete, adalete erme” olsa gerektir.

İKSİON : Bazı lejandlara göre tanrı Ares’in; bazılarına göre Teselya’daki Lapit’ler kralı Flegias’ın oğlu; kimisi de Flegias’ın Ares soyundan geldiğini iddia eder. Kayın pederine karşı işlediği cinayet sonrası kimsenin İksion için günahlarından arındırma (catharsis) töreni yapmaya yanaşmaması üzerine Zeus ona acıyarak affetti ve ölmezlik kazandırdı; tanrıların sofrasına dahil etti. Ama namkör İksion, Zeus’un bu lûtfunu istismar ederek Göklerin Hanımefendisi Hera’ya sarkmaya başlayınca tanrıça kendisine benzeyen bir bulut’u onun karşısına çıkardı. Nefele adındaki bu bulut İksion’a “Kentavr’lar” denilen yarı insan yarı at yaratıkları doğurdu. Zeus ise, İksion’a ceza olarak; onu boşlukda durmadan dönen (çeşitli söylencelere göre kanatlı ya da alevler saçan) bir tekerleğe bağlayarak sonsuza kadar dönmeye mahkûm etti. Bu öykünün daha sonraki versiyonuna göre ceza boşlukda değil Yeraltı dünyasında infaz edilegelmiştir. Pindaros “Pythia Od’ları” adlı eserinde öykünün tümünü yazmıştır. (“Pythia” bazı olimpiyad oyunlarının yapılmış olduğu bir kenttir. “Od” ise uzun övgü şiirleri ve bunun için bestelenen gazel tarzı şarkılardır. Pindaros hakknda “Yunan koro geleneği” ile ilgili bahsimizde bilgi verilecektir). İksion üzerine yapılmış en güzel sanat eseri, XVII. asır, baroque İspanyol ressamı José Ribera’nın, Madrid’deki Museo del Prado’da sergilenen tablosudur.

* Skylla : İstanbul Boğazının bir yakasında, Karadeniz ağzında durup gemilerden adam kapan canavar.

* Maenadlar (Maenades) : Thyades, Klodones, Mimallones ve Lâtince: Bacchae, Lenae gibi başka isimler de alırlar.
** Tirsus : Dionizos’a tapanların, dansederken başlarına koydukları sarmaşıklı değnek; salkım biçiminde çiçek.

Yunanın büyük mitoloji mirasının, zamanımıza kadar yıpranmasının terisne zenginleştirilerek nakledilmesinde en fazla emeği geçen hikâyeciler prensi Ovidiusa saygı borcu olarak öykülerimize, yazılı olarak sadece onun tarafından nakledilmiş ve tipik bir başkalaşma modeli olan “Arachne” ile başlamak istiyorum. Öyküdeki tanrı isimleri de bu bakımdan Lâtince versiyonları ile verilmiştir.

ARACHNE : Geçen yazımızdaki dip not’da, Sayın dostumuz Mükremin Barut’un bir katkısına verdiğimiz yanıtta, insanın güç ve beceri tutkusunu kendileri ile yarışma gibi gören tanrıları gazaba getirdiği üzerinde durmuştuk. Arachne adındaki genç kızın hazin kaderi de, tanrılara eş koşma kabûl edilen sanatkârlığının bedeli olmuştur.

Olimposlular arasında Vulcanus nasıl maden işleri zenaatinin pîri ise Minerva da (Atena) dokumacılık divası olarak bilinirdi. Dokuduğu kumaşların incelik ve güzelliğinden o kadar emindi ki, basit bir köylü kızın dokumacılıkda kendisine üstünlüğünü iddia ettiğini öğrenince çılgına dönmüştü. Doüğruca onun yaşadığı kulübeye koşarak aralarında bir yarışma yapılmasını isteyerek meydan okudu. Arachne Tannça ile yarışmayı fütursuzca kabûl etti. Her ikisi de dokuma tezgâhlarını karşılıklı kurup, çözgüleri üzerlerine gerdiler; çalışmaya başladılar. Gökkuşağının tüm renklerini taşıyan iplik çilelerinin yığınları ile altın ve gümüş lifleri etrafa dizilmişti. Minerva o zamana kadarki en üstün performansı ile harika bir eser vücuda getirdi; ancak, işini aynı zamanda bitiren Arachne’nin dokuduğu kumaş ondan asla aşağı kalmıyordu. Gazap içindeki ilâhe dokunmuş kumaşı baştan aşağı yırttı ve elindeki mekiği kızın kafasına kafasına vurdu. Bu çok ağır aşağılanma ile onuru kırılan zavallı kız kendini astı. Bunun üzerine kâlbi biraz yumuşayarak pişmanlık duygusuna kapılan Minerva onu ipten alıp boynuna tılsımlı bir sıvı serperek bir örümceğe dönüştürdü. Örümcek olarak yaşama dönen ve sanat becerisi kendisine iade edilen Arachne ağ örmeye devam etti.

Yunanca “örümcek” anlamındaki “arahne”, İt. “arania”, İsp. “araña”, Fr. “araigneé” gibi formlarla Lâtin dillerine geçmiştir.

AMALTHEA : Daha önce değindiğimiz Girit asıllı bir öyküye göre, sütüyle Zeus’ün bebekliğinde beslendiği keçidir. Başka bir inanca göre de keçi sahibi bir su perisidir. Keçinin boynuzlarında birini kırıp içini meyve ve çiçeklerle doldurarak Zeus’a armağan etmiş. Başka bir söylenceye göre keçinin boynuzunu Zeus kırıp Peri Amalthea’ya vermiş; Latin dilinde “Cornu copiae”, Latin mitolojisinde ise “Cornucopia” (Bereket Boynuzu) denen bu tılsımlı boynuzla peri ihtiyacı olan herkese istediği kadar yiyecek içecek sunarmış. Yunan mitolojisine ait olan bu lejanda karşılık Latinler bu boynuzun Poseidon’un oğlu ırmak tanrısı Akelos’a (Büyükmenderes’i simgelermiş) ait olduğunu ve Herakles’in, boğaya dönüşerek kendisi ile savaş eden ırmak tanrısını mağlup etmesinin şerefine bununla şarap içip kırdığını söylerler. Genel olarak zenginlik ve bereketi simgeleyen bu boynuz sanata konu olmuştur. British Museum kolleksiyonlarında saklanmakda olan karakalem “bereket” resmi bu konudaki en ünlü eser olup rönesans ressamı Sandro Boticelli’ya aittir.

Amalthea ismi “Jüpiter” gezegeninin küçük uydularından birine verilmiştir.

AMAZONLAR : Eskilos’un “Erkek düşmanı savaşçı amazonlar diye tanımladığı bu tümünü kadınların oluşturduğu topluluğun Kafkas dağları dolaylarında yaşadıkları ve baş kentlerinin Termodon ırmağı üzerindeki “Temiskira” olduğuna inanılır. Gûya, tarih öncesinde erkeklerin öldürdüğü, sonradan Olimposlu beş Tanrıça (Hera, Atena, Artemis, Hestia ve Afrodit tarafından reenkarne edilen (yeniden yaşama döndürülen) kadınlarmış. Karadeniz yöresine geçerek Bakırçay ve Sakarya arasında uzun süre yaşadıkları, Troyalıların yanında Akelilere karşı savaştıkları, rahat savaşmak için sağ memelerini kestirdikleri rivayet edilir. Sadece üremek için erkeklerle bir araya gelir sonra erkekleri öldürürlermiş. Yumamlılarla daima düşmanca ilişkileri olmuş; Priamos’un gençliğinde Frigyayı istilâ etmişler; Mitolojide Giritteki Minator adlı boğa başlı yaratığı öldürmesi ile ünlü Attikalı kahraman Teseus bunların üzerine (bazı söylencelere göre Herakleytosun yardımı ile) saldırmış; buna karşılık Amazonlar kısa bir süre için Attikayı işgâl etmişler; Teseus’un esir aldığı kraliçelerini kurtarmaya çalışınken yenilmişler. “Civilization in Asia Minor – from Troy to Ataturk – Küçük Asyada Uygarlık – Troya’dan Atatürk’e Kadar” isimli eserinde Herbert J. Müller, Amazonlar mit’inin yaratılması için Yunanlılara, bu kadın savaşçıların yaşadıkları söylenen coğrafyada bulunan silâhlı (genellikle iki yönlü baltalar) betimlenen Hitit rahibeleri heykellerinin esin vermiş olabileceğini yazıyor. Herakleytos’un (Latinlerde Hercules) savaştığı Amazon kraliçesi Hippolitadan teslim aldığı iki yönlü balta Lidya krallarının, sonra da Karya’da “Zeus Labrandeus’un amblemi olmuş (yıllarca önce “Guide Bleu – Mavi Rehber” ve bir posta dağıtıcısının yardımı ile Milasda bir köy evi bahçesinde, Zeus tapınağından kalma tek iz bir sütun parçası üzerinde bu çift yüzlü balta oymasını bulabilmiştim).

İlginçtir, Amazonlar , ozanlara kendileri hakkında şiir yazmakdan çok, sanatçılara heykel ve resimllerinin yapmılması ilhamını vermişlerdir. Bunlar hakkında en tanınmış sanat eserleri New York, Metropolitan Museum’da ve Vatikan Müzesinde sergilenen, birbirinin kopyası gibi hemen hemen aynı poz ve kıyafette (bir göğüs açıkda, kesilmiş olan diğer memeyi drapörili (kat kat kıvrımlı) mini harmaniyenin tek askısı ile örttüğü, İ.Ö. V.asırdan kalma) “Yaralı Amazon” heykelleridir. İsimlerini herkes bilir de haklarındaki öyküler pek az sayıdadır. Bir ara Likya’yı (Işık ülkesi – şimdiki Muğlanın doğu, Antalyanın batısını içine alan bir bölge) işgâl etmişler ve Bellerofon tarafından püskürtülmüşler (Bellorofon, Korintos’un kurucusu Glaukos’un oğlu; ayrı bir öykü konusu olacak).

Troya savaşında Yunanlılara karşı yaptıkları savaş sırasında, Ilyada’da yer almayan, Kraliçeleri Pentisilea’nın Akileos tarafından öldürülmesi öyküsünü ve Yunanlı kahramanın böylesine genç ve güzel bir kadını öldürmekden büyük üzüntü duyduğunu ve yas tuttuğunu Posanias naklediyor. Bu münasebetle, mitolojinin zamanımıza iletiminde büyük katkıları olan Posanias hakkında da özet bilgi verelim: İ.S. I.yüzyıl da, Lidya (yaklaşık olarak İzmir, Manisa’yı içine alan bölge) doğumlu, “Periegeisistes Hellados – Yunanistanı Tanıtmak” isimli gezi rehberinin sahibi coğrafyacı olan Posanias, Ovidius’un mitoloji derlemesinden bir buçuk yüzyıl sonra, tarihsel anıtları, mitleri ve gelenekleri yerlerinde özenle saptamakla büyük bir kültür bakımı hizmeti yapmıştır. Diana bahsinde adını andığımız J.G.Frazer : “Posanias’ın bu hizmeti olmasa idi, bir labirente girmiş gibi, uçsuz bucaksız Yunan örenleri karşısında şaşkın ve bilisiz kalacakdık” diyor. Ellas’dan önce Küçük Asyayı, Suriyeyi, Mısır’ı, Makedonyayı, Epirus’un adeta adım adım gezmiş olan Posanias Yunanistan gezilerini ise Attikadan başlayarak, Korintos, Argolis, Lakonia (Sparta), Messenia, Olimpia dahil Elis, Delfi dahil Fokis hakkında topladığı bilgileri on kitapda toplamış. Bu bilgilerin toplanıp yazılmasının 15 yılı aldığı sanılıyor. İ.S. 176’dan sonrası için verilen bir bilgi bulunamadığı için o tarihden sonra öldüğü sanılıyor. Önsöz ve sonuç bölümü bulunmayan kitaplarında, coğrafî konum, arazi ve iklim koşularının tanıtımına çok önem verirdi. Ören yerlerini ve yapı özelliklerini belirlemede o kadar dikkatli ve isabetli idi ki, günümüz araştırmaclarına, adeta yapacak başka şey bırakmamıştır. Amazonları hakkında daha önce yazılı kayda geçmemiş söylenceleri de tesbit etmesi derinliğine araştırma azmini gösteriyor.

 

Lâtin Mitolojisinde Olimpos Tanrıları

– Capitolino’nun Üçlüsü…

Ovidius, Metamorphosis’in Evren ve Tanrıların türeyişi ile ilgili ilk bölümünde, Saturnus’un (Kronos) Tartaros’un karanlığına tevdi edilmesi ile Âleme Iovis’in (Jüpiter) egemen olduğunu söyler; Augustus ile Iovis’in, İmparatorluk Sarayının bulunduğu Palatinus* tepesi ile Iovisin Gökyüzündeki makamı arasında parelellikler kurar; “Daphne” öyküsünde, önünde zafer gösterilerinin yapıldığı (Iovis, Juno ve Minerva’dan oluşan aile grubuna adanmış) Capitolino’dan söz eder. Etimolojik olarak “baş, şef” anlamına gelen “caput”dan türemiş bu ismi taşıyan tepedeki tapınak Roma’ya Etrüsklerin armağanıdır.

Dilleri çözülemediği için kökenleri tam belirlenemeyen Etrüskler, İ.Ö. 800’lerde Anadoludan gelip İtalyada kuzeyde Arno, güneyde Tiber ırmakları arasında Etruria bölgesine yerleştiler. İ.Ö.VI. asırda göze çarpan bir uygarlığa ulaştılar; kültürlerinin pek çok özelliğini ve bu arada, baş tanrı (Zeus’un muadili Iuppiter), ana tanrı (Uno dedikleri Hera’nın karşılığı Iuno) ve bunların kızını (Menrva dedikleri Atena karşılığı Minerva) kendilerinden sonra bölgede egemen olacak olan Romalılara devrettiler. Etrüsk monarşisinin son döneminde, Roma’da Capitolino Tepesinde, bugün halen, müze kompleksinin yanında temelleri görülen, “Iuppiter Optimus Maximus – Jüpiterlerin en iyisi ve Yücesi”ne adanan tapınak inşa edilmiştir. Burada Jüpiter, Iuno ve Minerva ile bir araya getirilmişti ki bu “triad – üçlü” uygulaması Yunanistan ve Etruria’ya özgü olup Roma dinine yabancıdır; karı, koca ve bakire kızdan oluşan bu üçlü tanrısal kültün, ailenin kutsallığını öne çıkaran Etrüsk anlayışının mirası olduğunu kesinlikle göstermektedir. Meşe ağacı burada da Zeus kültünde olduğu gibi kutsaldı. Roma zamanında da Roma devleti adına resmen savaş ilân etme ve antlaşmalar yapma yetkisi olan rahiplerin (fetiales) yıldırım simgesi olarak kullandıkları “lapides silices – taş balta” burada korunurdu.

Çeşitli lehçelerde Iuppiter, Iovis, Diespiter biçimlerinde söylenen Jüpiter’in “Diu” kökünün “aydınlık, parlaklık” demek olduğundan söz etmiştik. En eski epitetlerinden biri de “Lucetius – Işık getiren”di. Daha sonraki metinlerdeki “sub Iove” tanımı da “Açık Gök’ün altında” anlamındadır. Kuraklık dönemlerimde, yağmur bulutu getirmemedeki inadını teskin etmek için “Iuppiter Elicius – Aydınlığa çıkaran” hitabı ile onun onuruna ritüeller düzenlenirdi. Campus Martius’da “Fulgur” isimli bir sunağı vardı. Aynen Yunan dinindeki inanış gibi yıldırımları onun attığı düşünüldüğünden yıldırım düşen her yer onun mülkü kabûl edilip, o alan dairesel çevrilmiş duvarlarla koruma altına alınırdı.

Bütün İtalya’da Jüpiter’e dağ doruklarında tapınılırdı. Roma’nın güneyindeki Alban Tepelerindeki dağlardan Monte Latiaris’de “Iuppiter Latiaris” adındaki eski tapınak Latium bölgesi’nin yerlileri Lâtinlerin en kutsal ibadet yeri idi. Bugün Lazio denilen ve Alban Tepelerinden Tiber ırmağının güneyindeki Monte Circeo dağlık burnuna kadar uzanan “Latium” bölgesinin yerlisi Latin halkının tarih öncesi geçmişi tam belirlenemiyor. Kaderi İ.Ö. VIII. yüzyıl ortasında Roma’nın kurululuşuna bağlı olarak aydınlanamaya başlamıştır. (Ünlülerden amca olan) Pliunus’un “Naturalis Historia – Doğa Tarihi”nde Latinlerin 31 gruba ayrıldığı, fakat aralarında dayanışma gereğinin bilincinde olarak, anılan “Iuppiter Latiaris”i Lâtin Birliğinin merkezi yaptıklarını yazar.

Jüpiter’in, Romalılarda da, insan soyunun koruyucusu olma ve belli bir ahlâk kavramı getirme gibi çifte değerli işlevi vardı. Özellikle antlaşma, bağlaşma (ittifak) gibi ahde vefa (pacta sunt servanda) ruhu taşıyan bağlantılar onun adına yapılıyordu. Evlenme töreninin en eski ve kutsal biçimi “conferratio” Jüpiter rahibinin huzurunda yapılırdı. Dius Fidius (Sadakat) ve Fides (Güven) isimli tanrılar, muhtemelen, başda Jüpiter ile özdeşken sonradan ayrı kişilik kazanmışlardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, havaî meşrep ve sorumsuz olan Zeus Romalılara (Jüpiter adıyla) vicdan, yükümlük duygusu ve dürüst davranış simgesi olarak geçmiş ve hep öyle kalmıştır; Vergilius’un Aeneid’inde de kahramanların tanrılara, devlete, aileye bağı ve ödevlerini (pietas) sağlayan güçtü. Eskiden, konsüller, Senato ve rahiplerin göreve başladığı 13.Eylûlde Jüpiter’e adak şenliği (epulum Iovis) düzenlenirdi. Sonradan 13.Eylûl şenlikleri Roma Oyunları (Ludi Romani) gibi çok hareketli bir etkinlik olarak genişletildi. Zaferden dönen ordu dönüşünde zafer yürüyüşünü Capitolino’da yapardı. Jüpiterin başlıca kült olması geleneği Cumhuriyet döneminde de sürdü. Apollo Palatinus ve Mars Ultor (Ares) bu külte rakip gibi ortaya çıktılarsa da, İmparatorluğa geçişde Augustus, Jüpiter’in Optimus Maximus mevkiine dokunmama politikası ile bu kültün İmparatorluğa daha da yayılmasına yol açtı.

IUNO : “Iuno” adının kökeni bilinmiyorsa da bazıları “jüvenis – evlenmeye uygun genç kadın” ile etimolojik bağ kuruyor; kimisi de “jüpiter” ile aynı kökden geldiğini, onun dişil karşılığı olduğunu ileri sürüyor. Ona yapılan tapınmaların gelişmesi bu iki düşünceyi de doğrular gibi… Ev kadınlığı ve Baş Tanrıça olmak onun önde gelen özellikleri… Etrüsk krallarının Roma egemenliği sırasında, Capitolino Üçlüsü içinde, Jüpiter’in eşi ve göklerin ecesi “Uno Regina – Kraliçe Iuno” olarak anılıyordu. (Iuno Lucino – Doğum tanrıçası) olarak İ.Ö. IV. Asırda, Esquilinae’da kurulmuş bir tapınağı vardı. Kadınlara yaptığı çeşitli yardım işlevlerini açıklayan başka epitetleri de var: “Pronuba – Gelinin nedimesi”, “Interduca – Gelini yeni evinden içeri alan”, “Cinxia – Gelinin tesettürünün ruhu”… Kendi aile bağı dışında bireyselleşerek “Kadının koruyucu meleği” oldu; nasıl erkeğin Jüpiter’e atfedilen bir “genius”u (onu koruyan bir erkek ruh) varsa, kadının da dişil yaşam ilkesi “Iuno”dur dendi. Hera gibi devletin baş tanrıçası olarak, başda Lanuvium olmak üzere tüm Latium’da Devleti kurtaran “Sospita” epiteti ile zırhlı betimlemelerini görürüz. Plutharkhos “Camillus” isimli eserinde Capitolino Tepesinin kuzey doruğundaki Arx kalesine İ.Ö. 390’da hücum eden Galyalıların işgâlinin Iuno’nun kutsal kazlarının ötmesi üzerine önlendiğini yazar. Bu söylenceye itibar edilerek, İ.Ö.344’de Arx’da “Iuno Moneta – Uyarıcı Iuno” onuruna bir tapınak yapıldı.

Iuno adına düzenlenen en önemli şölenler 1.Mart’da kutlanan “Matronalia – Analar Toplantısı” ve “Nonae Caprotinae – Yaban İnciri Günleri**” idi. Birincisi Titus Tatius’un tesis ettiği bir gelenekdi ve olgun yaşdaki annelerin Esquilinae’daki Iuno Lucina tapınağında toplanıp adaklar vermeleri biçiminde uygulanıyordu. İkincisi Campus Martiusdaki yabanî incir ağacının altında, şakadan dövüş gösterisini de içeren eski bir ritüel çerçevesinde kadın kölelerin Iuno’ya tapınması şeklinde idi. Romada Iuno’ya Baş Tanrıça olarak itibar ediliyorsa da, Ovidius, Yunanlılardan aktardığı (Io gibi) öykülerinde onun kıskanç ve hırçın yönünü göstermekden kaçınmamıştır.

Iuno, sanatta, aldığı lâkaba uygun değişik kıyafetlerle betimlenirdi. Ancak, en çok rastlanan, Hera’ya benzer biçimde, ayakdaki doğurgan kadınlık çekiciliği, vakur ve soğuk bir güzellik taşıyan, bazen de savaşçı özelliğindeki tasvirleri idi. Romada Vatikan Müzesindeki “Iuno Sospita” heykeli böyledir.

MINERVA : Yunan Atena’sının “el sanatları, zenaat, güzel sanatlar”ı temsil etme vasıflarını almış; sonradan “Savaş Tanrıçası” da olmuş. Aventius’daki tapınağı zenaat loncalarının, Pön Savaşları döneminde de oyun yazarlarının ve oyuncuların buluşma mahfili olmuştu. Savaş Tanrıçası olarak kültü Mars’ın (Ares) kültü ile çakışmış; bazen Mars’ın kült partneri Nerio (Bellona) ile karıştırılmış; Mart Ides’inin** beşinci günü Mars onuruna düzenlenen Quinquatrus festivali, Aventius tapınağının tamamlanması ile aynı güne rastlaması sonucu olarak da tümüyle Minerva adına özgülenmiştir. Sağlık konusunda da koruyuculuğu iddiası ile Esquilinius’da “Minerva Medeca” tapınağı yapılmıştır.

Pompeius’un Doğuda yengilerinden ele geçirdiği ganimetle bu zaferleri borçlu olduğunu söylediği Minerva adına tapınak yaptırması, Tanrıçanın, Yunan Zafer Tanrıçası Nike yerine konduğunu gösterir.
İmparator Domitianus, koruyucusu kabûl ettiği Minerva’ya adadığı bir tapınağın üstüne inşa edildiği alana da “Forum Nervaum – Minerva Forumu” adını vermiştir.

Bazı araştırmacılar Minerva adının Etrüskçe olmayıp İtalyan dillerindeki “mens – akıl” ve “memini – bel1ek”den geldiğini ileri sürüyorlar ama daha önce değindiğim üzere Yunan sanat perileri musaların annesi “Mnomesine” adının kökü de “mneme – bellek” olduğuna göre gene Yunanca asla dayanıyor.

Bu tanrıçayı daha çok Yunanca “Pallas – Bakire” epiteti ile anan Ovidius onun ilk tanıtımını, yarı yılan yarı insan bebek Ericthonius öyküsünde, bu bebeği esirgeyen sevecen yanı ile yapıyor.
Bugün British Museumda sergilenen, İ.Ö.VI. asra ait stilize Etrüsk sanatını simgeleyen Minerva heykeli onu savaşçı hâli ile gösteren bir örnek betimlemedir.
Bazı önemli adların zamanımız kültürüne etkileri :
Göktaşlarına isim veren mitoloji kahramanlarının başında Jüpiter gelir; Güneş sistemi içinde ona göre yörünge sırası 5. olan Jüpiter gezegeni kitlesel büyüklüğü tüm diğerlerinin toplamının iki katından fazla olması ile gökyüzünde lâyık olduğu yeri almıştır. Piyasada pek çok dergi, ticarî marka bu adı taşır. Juno da, Ceres, Pallas, Vesta, Hygea, Europa, Davida gibi mitolojik kişiliklerin isimlerini taşıyan gök taşlarından (astreoidlerden) biridir; ona cüce gezegen de derler. Juno adlı bir trafik takip sistemi vardır. Roma takvimindeki “Iunius – Haziran” ayına da adını vermiş; bu isim de: juin, june, giugno, Juni gibi benzer biçimlerde avrupa dillerine geçmiştir. Minerva ise adını boyun zedelenmelerinde kullanılan boyunduruğa vermiştir. Bir çok fantastik roman kahramanı bu gizemli ismi taşır. Avrupa Birliğinin “Socrates Programı” çerçevesinde “Açık ve Uzakdan Eğitim”, “Bilgi ne Eğitim Teknolojileri”, “İletişim Ağı Arşivleme” gibi uygulamaları “Minerva” adı ile etkinlik göstermektedir.

* Palatinus: Romadaki 7 tepeden ortada olanlardan biridir. Burada Romanın kurucuları Romus ve Romulusun bir çoban tarafından büyütüldüğüne inanılır. Bu tepede İmparatorluk sarayının kurulması zamanımızda Avrupa dillerine “Palace” biçimi ile genel olarak “saray” anlamında geçmesine neden olmuştur. Bu sözcüğün “tanrısal kırsallık” demek olan “pales” ile etimolojik bağı var.

** Nonae : Lâtince “nona” dokuzuncu demek. Nonae ise “Idus” veya Ides denilen ve Jupitere adanan kutsal günden önceki dokuzuncu gün’ü anlatıyor.Roma takvimnini Mart, Mayıs, Temmuz ve Ekim aylarının 15., diğer ayların 13. günlerine “İdes” deniyor.

PHOEBUS APOLLO : “Işıldayan” anlamına gelen “Phoebus”, Yunanca “Phoibos”un (“Fivos” okunur) Lâtin formu olup, by tanrının adını Romalılar değiştirmemişler. Phoebus, aslında başka bir ilahî varlık olan “Güneş Tanrısı”nın adıdır. Nitekim, Ovidius’un naklettiği öyküdeki “Phaeton”u Apollonun değil, Güneş Tanrısı “Phoebus”un oğlu olarak tanıtır. Bu tanrı ile karıştırılmasına neden olan bu göbek adının, Apollon’a, büyük annesi “Phobe”ye izafetle verildiğini söyleyenler de var.

Phoebus (ya da Fébus) zamanımızda özel isim, soyad, yer isimleri olarak çok kullanılıyor. Bu markayı taşıyan Hava yolları firması ve Batıda güneş yerine, mecazî olarak “Phoebus’un Lâmbası” deyimi var.

NEPTUNUS : Önceleri Romalıların “akarsu ve göllerin tanrısı” iken zamanla Yunanlı “Poseidon” ile özdeşleştirilerek İ.Ö. IV. Yüzyıl başlarında “deniz tanrısı” kabûl edildi. Su kıtlığı mevsiminde, 23. Temmuzda, adına “Neptunalia” denen şenlikler yapılırdı. Romada, Circus Flaminius’da tapınağı olup, burada Poseidon ve Thetis’in başlarında bulunduğu bir grup tanrının heykeli vardı. Roma, Laterano Müzesindeki örnekde görüleceği üzere, sanatta, Poseidon gibi üç dişli yaba ve yanında bir yunusla tasvir edilir.

Zamanımız bilim ve kültürüne etkisi, Güneş sisteminin 8. gezegenine adının verilmesi ile başlar. Kimyasal elementler tablosunun IIIb grubundaki alkalaidler dizisi içinde “Neptunyum” adında bir radyoaktif madde vardır. ABD’de, Pasifik kıyısında Washington ve Oregon eyaletlerini kapsayan bir bölgesel Okyanus araştırmaları projesine “Neptune Projesi” deniyor

DIANA : Başlangıçda, olasılıkla bir orman tanrıçası iken zaman içinde Yunanlı Artemis ile eş tutulan Diana’ya vahşi hayvanlar ve avcılık üzerindeki denetimi sebebiyle tapınılmaya başlandı. Daha önce değindiğimiz üzere “aydınlık” demek olan “di” kökünden türediği ve “parlak” anlamını taşıdığı sanılıyor. Artemis gibi evcil hayvanların, bereket’in, gebelik ve doğumun da tanrıçası sayıldı; ve keza onun gibi Selene (Ay) ve Hekate (Trivia) ile özdeşleştirilerek, Lâtin edebiyatında, bazen “triformis – üç biçimli” diye anıldı. Diana kültünün en önemli mevkii, XIX. Asırda yapılan kazılarda gün ışığına çıkarılan Aricia yakınında, Nemi gölü kıyısındaki Diana Nemorensis (Orman Dianası) koruluğu idi. Diananın, kadınların koruyucusu özelliğini vurgulayan kadınlara özgü törenler yapıldığı bu koruluk daha eskiden de kutsaldı ama “Aricia” kültünün kurucusu Lâtin diktatör Egerius Baikus buraya, “Lâtin Birliği”nin bir lokâli yapmakla siyasal bir önem de kazandırdı. Diananın yardımcıları sayılan iki ilâhî varlıkdan “Egeria”, çocuk doğumlarının kaynağı ve kolaylaştırıcısı bir akarsuyun sorumluluğunu onunla paylaşırdı. Diğer asistanı ise, Yunanlı Hippolytos’un İtalyan karşılığı Virbius idi. Öripides’in, daha sonra anlatacağımız bir trajedisinin konusu olan Hippolytos kendi arabası ve atları altında kalarak can vermiş; Tıp Tanrısı Asklepios tarafından diriltilmiş; (Diana’nın Yunan karşılığı) Artemis de onu, artık atların alınmadığı, Aricia koruluğuna getirmişti. Romalılarca “Virbius” adı verilen bu ikincil tanrı ilk Diana baş rahibi (rex nemorensis) oldu. Burada, belki, “ilkel insan kurbanı ritüeli’nin yumuşatılmış bir uzantısı olarak, kaçak bir kölenin eski baş rahibe meydan okuyup onunla yaptığı mücadele sonucu onu öldürürdüğü takdirde yeni rex nemorensis olması gibi tuhaf ve benzeri olmayan bir gelenek türedi. İngiliz antropolog, folklorist ve klasik edebiyat araştırıcısı Sir James G. Frazer “Golden Bough” adlı eserinde, Hippolytos ve (babası Agamennon’a ihanet eden annesi Klytemnestra’yı öldüren) Orestes öyküleri ile de değerlendirerek, bu “Aricia Koruluğu” geleneğini, ilkel ve vahşice kurban ritüellerinin yerini daha mantıklı alternatifler almasında bir dönüm noktası olarak saptıyor.

Romada en önemli Diana tapınağı, Lâtin Birliği lokâli olarak da kullanılmak ve siyasal liderliğin Romaya geçtiğini göstermek üzere Servius Tullius tarafından kuruldu. Diana’yı Romaya, bu külte bağlanmış Plebler tanıtmıştır; bu bakımdan Diana aşağı sınıfları, özellikle kölelerin koruyucusu olarak gösterilir. Ides denilen, ağustos’un 13.günleri Romada ve Aricia’da düzenlenen “Aricia festivali” kölelerin bayramı idi. Aventinuslu Diana, Apollonun kardeşidir ve Augustus’un önemle desteklediği tapınak dışı etkinliklerde bu ikiliye birlikde tapınılırdı. Diana’nın bir başka ünlü kutsal merkezi Capua yakınlarındaki “Tifata Dağı” idi; burada ona “Tifatina” lâkabı ile tapınılırdı.

Tanrıça Roma sanatında, çoğunlukla, yay ve sadak taşıyan avcı haliyle betimlenir. Antik dönem tanrılarını canlandıran heykeller cenneti olan Versailles Sarayı bahçelerinde Sera çeşmesi yanında, Desjardin tarafından yapılmış, gene avcı kıyafetli, diz üstü harmaniyeli heykeli nefis bir eserdir.

“Diana” Batıda zamanımızda da kadınlara, dergilere, otellere verilen çok sevilen, popüler bir isimdir. ABD’nin bazı üniversitelerinde “İnsan Hakları Hukuku” konusunda interaktif araştırmalar ve iletişim için uygulanan “Diana Projesi” vardır. Zoolojide, ağaçda yaşayan bir maymuna “Cercopithecus Diana – Diana maymunu” ismi verilmiştir.

MERCURIUS : Ticaret tanrısı olup, genelde Yunan tanrısı Hermes’le eş tutulur. Hermes’in annesi Maia onun da annesidir. Romada Aventinus Tepesindeki tapınağı İ.Ö. 495’de kutsandı. Bu tapınakda, kuruluş günü olan 15.Mayısda Hermesle birlikde Maia onuruna düzenlenen şenlikler, burada toplanan tacirler loncası (mercatores, mercuriales) için çok önemli bir etkinlikdi. “Porta Capena” yakınında ona adanmış bir pınar, Ovidius’un Fasti isimli eserinde anlattığına göre, tacirlerin arınma törenlerine sahne olurdu. Batı dillerinde “ticaret, ticarî iş, ticaret zihniyeti, tacir, ticarî eşya” anlamlarındaki “mercantile, mercantilism, merchant, merchandise ve çeşitli dillerde bunların biraz farklı formları” görüleceği üzere “Mercurius”dan gelmektedir. Sanatta, biraz farklı da olsa, Hermes gibi kanatlı başlık ve sandallar, yılan sarılı bir değnekle, bazen de elinde bir para kesesi ile göründüğü tasvirleri vardır. Çok küçük form farkları ile “Mercure” adı Batı dillerinde “cıva” elementine verilmiştir. Güneşe en yakın, küçük (Utarit olarak da tanınan) gezegen de bu adı taşır. Özellikle turizmde otellere verilen popüler bir addır.

VENUS : İtalyanın kökeni ve temel işlevleri belirlenemeyen çok eski bir tanrıçasıdır. Lâtin grupları içinde çok eski bir ekili alanlar ve bahçeler kültü olduğu, biri Lavinium’da diğeri Ardea’da ona ait olduğu saptanan iki tapınakdan çıkarsanmaktadır. Eski Roma takviminde ona bir şenlik özgülenmmesi ve tek başına kendini ona adayan bir rahip(flamen) bulunmaması bu kültün Roma’ya geç dönemde Ardeadan intikâl ettiğini gösteriyor. Sonradan Afroditle özdeşleşme süreci hakkında bilgi alınamayan Venüs için Romada, Jüpiter onuruna yapılan 19.Ağustos “Vinalia Rustica” şenliği tarihinde bir tapınak açıldığına göre bu özdeşleşmenin epey eski bir geçmişi var. Bu yeni kimliği ile Afrodit parelelinde Jüpiter ve Dione’nin kızı, Vulcanusun (Hefaystos) karısı, Cupido’nun (Eros) annesi kabûl edilmiş; öykülerde tanrılarla ve ölümlülerle gönül ilişkileri, romantik bağları gibi olumlu olumsuz kadın yapısı öne çıkarılmaya başlanmıştır. İ.Ö. III. yüzyıl komedi yazarı Gnaeus Naevius’ın bir metin parçasında kullandığı “Veneran expertam Volcanum” ibaresi kinâyeli çifte anlam anlam taşımakda, “Vulcan’ın kucakladığını hisseden Venüs” demek olabileceği gibi bundan “yemeğe çeşni veren yeşillik – olera cocta” anlamı da çıkarılmaktadır. Naevius burada, Tanrıçanın hem eski kimliği ile bahçeleri temsil etmesini hem de Vulcan’ın (Hefaystos) eşi olduğunu kasdediyor ve eski “Venüs” kültünün de güç yitirdiğine işaret ediyor. Zaten bu isim Lâtince “uenerari (çağdaş batı dillerinde Fr. Vénérer, İng. to venerate) = sevmek, saymak, kutlu görmek”den geldiğine göre İtalyadaki eski varlığı da bir “cazibe, sevimlilik, güzellik” içerse gerek. Nitekim, Yunan “Çarites – cazibe perileri” (Lât. Gratiae) ilk çıkışlarında tarımı simgelerlerdi. Bu olgu iki diyar arasında (İtalya ve Yunanistan) çok eski bağların da olabileceğini akla getiriyor. Yerli bir tanrıça olarak Venüs’ün mitleri yoktu; Lâtin ozanları ona Afroditin öykülerini yakıştırmışlardır ve bu yolla bir çok başka tanrıça ile de kimlik karışımlarına uğradı; bu arada, Çoban Yıldızı ya da Arapçadan alarak Zühre dediğimiz, Babilde “İştar”, Yunanda “Afrodit” adı verilmiş gökyüzünün en parlak görünen gezegeni Batıda “Venüs” adını aldı.

İlginçtir, Tanrıçamız sonradan “Verticordia” epiteti ile kadınların iffetinin koruyucusu konumuna getirilmiştir. II.Pön savaşı sırasında (İ.Ö. 218-201) Yunanlıların Afroditle özdeşleştirdikleri Doğunun “Ana Tanrıçası” kültünü Romalılar, Sicilyadaki “Venus Erycina – Eryx Venüsü” ile özdeşleştirdiler ve onun onuruna biri İ.Ö. 215’de Capitolino Tepesinde, öteki İ.Ö. 181’de Collina Kapısının dışında iki tapınak yaptılar. İkinci tapınak, Sicilyada uygulama gibi fahişelerin tapınma yeri oldu; kuruluş günü olan 23.Nisan’a “dies meretricum – fahişeler günü” dendi.

Venüs-Afrodit kültü, Romanın kurucusu Aeneas’ın oğlu Iulius’un soyundan geldiğini iddia eden Iulius Caesar’ın klanı “gens Iulia”nın politik ihtirası ve bu geleneğin Augustus tarafından kabûlü ile giderek önem kazanmış. Homeros zamanından beri Aeneas, Afrodit’in oğlu kabûl ediliyordu; böylce Iulius ailesi soylarını Venüsle ilişkilendiriyorlardı. Başka Romalı yöneticiler de bu tanrıça ile soy bağlantısı kurmaya çalışmışlar; bunlardan Gnaeus Pompeus Venüse “Victrix – Zafer Getiren” adıyla tapınak inşa ettirdi. Caesar’ın (Sezar) yaptırdığı tapınak “Venus Genetrix – Doğurgan Venüs”e adandı. İmparator Claudius’un evlatlığı Neronun ölümüne kadar bağlanılan bu kültün popülerliği Iulio-Claudius soyunun inkirazından sonra da sürdürüldü ve yeni İmparatorlarca da sahip çıkıldı. Hadrianus İ.S.135de Romada yeni bir Venüs tapınağı yaptırdı.

Sanatta da, Afrodit gibi, aşk ve güzellik konusu içinde işlendi. Onun betimlendiği büyük eserler, İ.Ö. 150 dolaylarında yapılmış olup Louvre Müzesinde sergilenen Milo Venüsü (Melos Afrodit) heykeli ve Sandro Boticelli’nin 1485’de yaptığı “Venüsün Doğuşu” tablosudur.

Batıda “Venüs” adı güzellik, çekicilik, aşkın gücü ve benzeri anlamlarda kullanılan (eskilerin mecaz-ı mürsel dedikleri) métonomique (ad değiştiren) bir kavram olmuştur (“o bir Venüs’dür – Venüs kadar güzeldir”, “aralarında Venüs var – aralarına aşkın gücü girdi” gibi).

Adının en parlak yıldıza verildiğini yukarda belirttiğimiz Venüs’ün (Arapça karşılığı “Zühre”) aşkı temsil etmesinden esinlenerek öfemik (edepli) anlatımla cinsel yolla bulaşan hastalıklara “veneral – zührevî” hastalıklar deniyor. Tarih öncesi yapılmış taş, kil ya da mamut dişinden yapılma çıplak (çoğu şiman) kadın figürleri “Venüs heykelcikleri”; zoolojide, saydam, omurgasız bir deniz türü hayvancık “Venüs kemeri – Velamen veneris – Cestum veneris”; silisli cam süngerleri (Hyalospongiae) genelde “Venüs Sepeti” adını almış. Botanikde, salepgiller familyasından bir orkide’ye, biçiminden dolayı “Venüs çarığı” deniyor. Baldırıkara’nın bir adı da “Venüs saçı”… SSCB zamanında Rusların Venüs gezegenini keşif için yolladıkları bir dizi uzay aracının genel ismi “Venera”..

VULCANUS : İtalyada volkan püskürmeleri ve yangın gibi yıkıcı etkiler yarattığına inanılan “Ateş tanrısı” idi ve kendini tümüyle ona adamış rahibi (flamen’i) vardı. Her 23.Ağustosda onun adına düzenlenen Volcanalia şenliğinde âyin yapılır; Romalı aile reisleri ateşe küçük balıklar atar; sonra da ateşi söndürmesi için Vulcanus’a dua ederlerdi. Anlamı keşfedilememiş bu ritüel Roma Forum’unun (kent alanı) kuzeybatısında Volcanalia’da (Volcani bölgesi) uygulanırdı. Romalı balıkçılar, Tiber ırmağından avladıkları balıkları satma fırsatı buldukları için meydanı doldururlardı. Roma takviminde bu tanrı için 23. Mayısda düzenlendiği belirtilen bir festival kaydı daha var. Dua edilirken, çoğu kez, şerrini yatıştıracağı sanılan “Quietus – Teskin edici”, “Mulciber – Yumuşatıcı” gibi lâkaplarla ona hitap edilirdi. Mulciber onun alternatif adı olmuştu; yalnız daha sonraları bu ad Şeytan’ın cehennem kenti Pandemonium’un mimarı olarak verildi. İnsanı doğal yapısını sanatına konu edinen XVII. Asrın büyük ozanı John Milton “Paradise Lost – Yitik Cennet” isimli eserinin bir kahramanı da Mulciber’dir; şiirde pagan tanrıları yollarını şaşırmış melekler olarak gösterilerek insan mizacının metamorfozuna, ruhun düalitesine işaret edillir. Vulcanus’un yıkıcılığından korkulduğu için tapınakları kent dışında yapılırdı. Roma, Volcanal’ı da içine alacak kadar genişlediğinde, İ.Ö.214’de kent duvarı dışında ona adanmış bir kutsal alan içinde yeni bir tapınak inşa edildi. Lâtin ozanları onu Yunanlı Hefaystosla özdeşleştirmiştir ama, bu tanrının sanatkâr özelliklerinin Roma inancında bulunduğuna pek ihtimâl verilmemektedir. Buna karşın, ozanlar ona zenaatkârlık da yakıştırmışlar. Vergilius “Aeneid”inde (VII. Kitap) atölyesini ayrıntılarıyla anlatır. Ona en çok önem veren ve birinci kült kabûl eden Ostia kentidir.

Zamanımızda “Yanardağ” anlamı da taşıyanVolkan, bilindiği üzere barı dillerinden Türkçemize de geçmiştir; özel isim olarak son dönemlerde çok tutulmaktadır. Başda madencilik endüstrisinde olmak üzere marka olarak da seçilmektedir.

MARS (Etrüskçe formu “Maris”den çeşitli lehçelere Mavors, Mamar, Marspiter-Marsbaba, Maspiter gibi değişik biçimlerde geçmiştir): Sonradan Yunanlı Ares’le eş tutulan İtalyan “Savaş ve Tarım Tanrısı” olarak bilindi; ancak Yunanda hor görülen Ares’in tersine hiyerarşideki sırası hemen Jüpiterden sonradır ve çok saygındır. Orta İtalyada, Alda, Longa,Falerii, Aricia, Tusculum, Lavinium ile Hernici, Aequi, Peligni kentleri ve Sabinler’in takviminde ay olarak onun ismi vardı; Roma takviminde Martius (Mart) yılın birinci ayı idi. Bu kadar önemli olmasına karşın kökeni net bir şekilde belirlenememiştir. Başlangıçda: “tarlaların ve tarımın koruyuculuğu”nu da kapsayan “Savaş Tanrısı” olduğu; ya da “toprak verimini sağlama” işlevi ile ilgili olarak “chthonian – yer altına girer” karakterde olduğu için “ölüm ve savaşı da denetlemeye girişen”; veya yöre halklarının hem savaşla ilgili hem tarımsal çıkarlarını kollayan bir tanrı olduğu gibi görüşler var. “Fratres Arvales – Arval Biraderler” denen ve çok yüksek rütbeli kişilerden seçilen 12 üyelik bir grubun yönettiği bir dinî kuruma ait çok eski ilâhîde Mars’ın, insanları “ekinlerin ve otların düşmanı” her şeyden, “Lares’in – Evin ve ekili tarlaların koruyucu ruhları”nın işbirliği ile koruduğu anlatılıyor; onun “Savaş Tanrılığı”na hiç gönderme yapılmıyor. Romalı politikacı, hatip ve şair “Censor” ünvanlı Marcus Porcius Cato “De agri cultura” isimli eserinde, (Silvanus’un verdiği isimle) Mars kültü gereği Roma çiftçilerinin tarlalarının yıllık kutsanma festivallerinde, salt tarım ve bitkileri tehdit eden, hastalık, tarımsal afet, kıtlık, verimsizlik gibi belâlara karşı dua edildiğini ayrıntıları ile açıklar, Mars’ın savaş işlevinden hiç söz etmez. Ayrıca, Romalı çiftçinin, Janus* ve Jüpiter’e onuruna içki tadıp tarlaya dökdükden sonra, Mars’a dua etmesini, en değerli varlığını temsil eden domuz, koyun, öküz (souvertaurilla – sürü üstünde sahiplik) kurbanı ritüelini uzun uzun anlatır. Bu açıklamadan çiftçi ailesinin arınma töreninin, “Ambarvalia – Devlet mülkü” üzerinde uygulanan “ager Romanus – yurttaşlık hakkına sahip Romalıların kamusal varlığı”nın kutsanması ritüelinin minyatür örneği olduğu, Mars’ın “Ambarvalia – Kamusal mülk ve alan)”da da baş tanrı olduğu anlaşılıyor. Öyle görülüyorki: Ege bölgesinden yapılan zorunlu göçler sırasında Roma’nın “Ares” kültü ile karşılaşması üzerine Mars’ın “Savaş Tanrısı” olmaya doğru bir evrimleşme süreci başlamıştır. Nitekim, Romanın kurucusu Romulus’un babasının “Mars” ismi taşıdığı söylenir. Bu gelişmeden sonra, Romada Mars festivalleri, tarım ve savaş mevsimlerini içine alacak şekilde, ilkbahar ve güz’de düzenlenirdi. Mart ayı bazıları tamamen onun adına, bazıları ona başka tanrıların da iştirâk ettirerek yapılan törenlerle dolu idi. 1.Mart Roma takviminin ilk günüdür. “Feriae Marti – Mart Bayramları” 14.Martta ikinci “Equirri – At yarışları” ile başlar (birincisi 27.Şubattadır). 19.Martta “Quinquatrus” icra edilir; “beşli, beşinci” anlamındaki bu adın dayanağı üzerinde Lâtin müellifler de farklı görüşde; Varo’ya göre “Ides”in 5. günü olan bu festivalin, Ovidius’un “fasti”sinde 5 gün sürdüğü ifade edildiğine göre uzatıldığı ve daha önce değindiğimiz üzere Minerva adına devredildiği anlaşılmaktadır. Savaş trampetleri ile arınma ezgilerinin icra edildiği “Tubilustrium” 23.Martta idi. Bütün bu etkinlikler savaş sezonuna girildiğinin habercisi olarak yapılıyordu. “Salii – dansçılar” denilen bir papaz grubu, özellikle Jüpiter, Mars ve Quirinus’a ibadet çerçevesinde, eski moda zırhlara kuşanmış vaziyette savaş dansları yapar, ilâhîler okurlardı. Sezon sonu Ekim ayı da Mars kültü için önemli idi. 15.Ekimde Campus Martius’da (Marsın Alanı), ilkel bir kökene dayandığı sanılan, savaş arabaları yarışması yapılır; kazanan arabanın iki atından biri Mars’a kurban edilirdi. 19.Ekim’de ise “Armilustrum – Silahların cilalanması” (lostra sözcüğü Türkçeye de geçmiştir) festivalinde silahların arındırılıp kutsanması ve depoya yerleştirilme hazırlığı törenleri yapılırdı. Ovidius’un “Fasti” yapıtına göre, çok eskiden Palatinus tolumuna girip Romanın kuruluşuna katılmış bir aşiret olan Sabinler Romada “Quirinum ya da Covirium- İnsan topluluğu” denen bir semte yerleşmiş; yukarda anılan tanrıları Quirinus’u (Quirinumlu demek) Romalılara tanıtmışlar. Bu bir savaş tanrısıdır; tarımla ilgisi yoktur. Ancak, 25. Nisanda, bu tanrının flamen’i Robiglia’da, Quirinus’a, ekinlerini küf illetine (robigus) karşı koruması için kurbanlar keserdi. Demek, araya bu kadar çok aktör girince insanlar tanrılarını da şaşırıyorlar.

Augustus zamanına kadar Mars’ın Romada iki tapınağı vardı. Başlangıçda sadece sunak iken mabed yapılan “Campus Martius” ordunun talimgâhı görevini de üstlenmişti. Port Capena dışındaki ikinci tapınak, kente doğru yaplacak yıllık süvari (equites) resmi geçitlerinin başlangıç noktası olmuştu. İki tapınak da, savaş tanrısının gözden uzak kalması için “Pomerium – Post+moerium”da (kent duvarı dışı) kalmıştı. Ama kentin tam merkezinde Mars’ın bir “sacrarium”u (kutsal mahzeni) vardı; burada Mars’a ait kabûl edilen mızraklar (“Hastae Martis” ya da “Mars Hasta – mızrak görünüşlü Mars”) saklanırdı. Savaş açıldığında, Konsül** gelir, “Mars, Vigila – Uyan Mars” diye seslenip mızrak demetini avucuna alıp sarsalardı; bu anda mızrakların uçlarının birbirlerine doğru hareket etmesi hayra alamet değildi; bunun için kefaret vermek gerekirdi.

Augustus yönetimi sırasında Mars’a bağlılık güç kazandı. Augustus, Sezar’ın katillerinin Philippi’de mağlup edilmesinden sonra “Ultor – İntikamcı ” epiteti ile İmparatorun koruyucusu ve Sezar’ın öcünü aldığına inanılan Mars’a “Ultor – intikamcı) epiteti ile Roma Forumunda bir tapınak inşa ettirmiştir. Mars zaman zaman Jüpiter’in saygınlığı ile rekabet etmiş; İ.S. 250 dolaylarında Roma lejyonlarının (de militares) en önemli ibadeti olmuştur.

ABD. de “Mariner” ve “Viking” dizileri uzay araçlarının sürekli araştıma konuları olan Güneşden dördüncü uzaklıkdaki (Merih adı ile de andığımız) büyük gezegene, kızıl kızıl parıldamasından savaş sinyalleri veriyor gibi göründüğü için “Mars” adı verilmiştir. Yunan “Ares” inancında “Korku, Panik” ve “Bozgun” demek olduğundan söz ettiğimiz iki oğlunun yani Fobos ve Deimos’un adları da Marsın iki küçük uydusu’na yakıştırılmışdır. “Fobia”nın psikiatride marazî korku anlamına geldiğini ve bu illetin çeşitli türleri olduğunu biliyoruz. “Divan-ı Harp – Savaş mahkemesi” batı dillerinde “İng. Court Martial, Fr. Cour Martiale gibi” “Mars”a gönderme yapılarak isimlendirilir.

*Janus : Romalıların, ters yönlere bakan iki yüzü olan başlı ev ve kent kapısı tanrısı. Bu isim Satürnün 6. uydusuna yakıştırılmıştır. Batı dillerinde “ocak ayı” anlamında İt. Gennaio, Fr. Janvier, İng. January sözcüklerinin kökeni de budur.

** Konsül : Romada Krallık idaresinden sonra Cumhuriyetin en büyük iki yöneticisinden biri.

VESTA : Romalıların “Ocak Tanrıçası”. Bu adın Yunan “Hestia”dan bozma olduğu sanılıyor; tümüyle aynı kültü temsil ediyor. Çok ilkel çağlardan gelmese bile, iyice eskiye dayanan kültü, aynı işlevlerle, istikrarlı bir biçimde sürdürülmüştür. İlk toplumlarda son derece zor koşullarda yakılan ateş, bir kez yakılınca bir daha söndürülmemeye çalışılırdı. Vesta’nın ailede de Devletde de çok seçkin bir yeri vardı. Her evde, Lares (ailenin koruyucu ruhu – muhtemelen ailenin ölmüş reisi) ve Penates * ile birlikde aile özelinde ona tapınılırdı. Bazı evlerde “lalarium – Lares sunağı” denilen özel köşede tasviri bulunurdu. Cato’nun De Agricultura’sında anlatıldığına göre, Kalendae (her ayın ilk günü), Nones ve Ides günleri “vilica – baş kadın köle” tarafından aile ocağının üstüne bir çelenk yerleştirilirdi. Kamusal Vesta ritüel’i çok daha özenle düzenleniyordu. Kamusal ocağın simgesi olduğu için ona özgülenen binaya tapınak denmezdi; Vesta’nı kutsal yuvası (İtalyan topluluklarının ilk yuvarlak kulübelerine benzeyen) dairesel bir yapı idi ve bu kurumun Romulus ya da Numa’ya** kadar giden çok eski bir geçmişi vardı. Forum olmadığı zamanlarda kamusal toplanma yeri idi. Cumhuriyet ve İmparatorluk zamanlarında çok restorasyon ve tadilat görmüştür. Kamusal ocak ateşi orada Vesta bakireleri gözetiminde sürekli yanar, her yılbaşında (1.Mart) yenilenirdi. Vestal rahibelerin girebildiği “Penus”* denen en içdeki kutsal hücre kamuya açık değildi; sadece yılda bir kez (Vestelia şenliğinin yapıldığı Haziran 7-15 arası) matronların*** (olgun yaşdaki, evli, çocuk sahibi kadınlar) girmelerine izin veriliyordu. Festival günleri, batıl bir inançdan ötürü insanları sıkıntı ve vehim basardı. Şöyle ki; festivalin son günü binanın törenle süprülüp temizlenmesine özgülenmişti; süprüntülerin Clivus**** Capitolinus’da özel bir çöplüğe ya da Tiber Irmağına atılmasına kadar bir uğursuzlukla karşılanacağı korkusu vardı.

Vesta’ya tapınma töreni Vesta rahibelerince hazırlanırdı. Araştırmacılar arasında tartışma konusu olsa da, muhtemelen Kralın evinde başlatılan törenin uzantısı idi ve ilk önceleri Kral kızları olan ve ocağı gözlem altında tutan bu rahibeler töreni de yönetirlerdi. Başlangıçda 2 ya da 4 kişi idiler; ocağa alınma yaşları 6-10 arası idi; Vestal olarak görevleri, evlenme ya da nişanlanma çağına gelinceye kadar 5 yıl sürüyordu; daha sonraları, bakire kalma yemini eden ve 30 yıllık görev taahüdünde bulunan adayların 6’sı, Kral’ın din görevlerinin temsilcisi “Pontifex Maksimus – Büyük Piskapos” tarafından seçiliyordu (Yüksek rahip anlamında kullanılan pontifex sözcüğü Lât. “pons = yol, köprü” ve “facere = yapmak” sözcüklerinden, mazimus ise “magnus = büyük” sözcüğünün süperlativ formu yani “en büyük; bütün bu sözcüklerin benzer biçimlerine zamanımızda çeşitli dillerde rastlarsınız). Ancak, rahibelikden vazgeçip evlenen kızları engelleyecek bir yaptırım yoktu; fakat gelenek ve inanç bağlılığı evlenenlerin sayısını ihmâl edilecek düzeyde tutmuştur. Seçilenlerin belli bir yaşda olması, saygın, özgür ve her ikisi de hayatta olan ana babadan (patriae et matriae – analı babalı) özgür doğmuş, bedensel ve ruhsal bir kusuru olmayan kızlar olması gerekiyordu. Sonradan, azad edilmiş köle kızları da seçilebilir oldular. Pontifex seçilen kızın elini tutar, kabûlü resmî hâle getiren formülü dile getirirdi: “te, Amata, capio – sevgili kızım, seni alıyorum”. Kızın saçı kesilir, kesilen saç belli bir ağaca asılır ve ona eski dönemlerin gelinlik kıyafeti giydirilirdi; bazılarının yorumunun tersine, bu gelenek onun belli bir tanrı ile evlendirildiğini simgelemiyordu; asıl anlamı gelinin de Vesta rahibesinin de bakireliği simgelemesi idi. Vestallerin, başka Romalı kadınlara tanınmamış bir çok ayrıcalıkları vardı; baba ya da koca vesayetinden (manus) arınmış idiler; ancak, görevlerini ihmâl etmeleri hâlinde kendilerini cezalandıma hakkı olan pontifex maximus’un emrinde idiler.

Yükümlülükleri kutsal ateşi sönmeye bırakmamak (sönmesi hâlinde dayakla cezalandırılıyorlardı); bekaret yeminlerini tutmaktı (bunun ihlâli, diri diri yakılmayı gerektiren en ağır suçtu). Ayrıca, kutsal pınardan su getirmek (Vestal kentin su sistemini kullanamazdı), ritüel için gerekli kutsal yiyecekleri hazırlamak (“muries” – salamura yiyecek ve “mola salsa” – tuzlu çiğ et) ve Aenas’ın getirdiğ kutsal eşyanın saklandığı “penus”un* bekçiliğini yapmak onların ikincil görevleri arasında idi.

Bu kutsal bina ile (Foruma bitişik, doğu çukurluk alandaki anıtların bulunduğu) Velia arasında (İtalya güneyindeki Parmanides’in doğduğu “ Velia – Elea” değil), başlangıçda adı, kutsal yuvayı da içeren tüm kutsal alana verilen görkemli “Atrium Vestae”, kusanmış bir koruluk, Regia (Yönetim binası, pontifex maximus’un karargâhı) ve vestallerin evi (sarayı) bulunuyordu. Vestallerin yuvası, çevresinde daha önceki vesta bakirelerinin heykellerinin dizildiği bir revaklı (sütunlu, kemeraltı galeri) açık avlu etrafında özenle inşa edilmiş iki üç katlı bir yapı idi (adı, özellikle çağdaş otellerin lüks alış veriş merkezlerine verilen “Atrium” Roma mimarlığında üzeri kısmen açık orta mekân’a deniyor “Atrium Vestae = Vestaların Atriumu; “ae” eki hem aidiyet bildiriyor hem de “dişil çoğul” eki).

Çağımızda yapılan kazılarda ortaya çıkan muazzam mikdardaki ören varlığının büyük bölümü İmparatorluk dönemine ait görünüyor; pek çok sayıdaki vestal heykeli parçaları, Augustus’un pontifex maximus olup makamını Palatinus’dan Vestallerin Regia’sına taşıdığı tarihden İ.S. III. yüzyıla kadarki döneme ait. Augustus bir ikinci Vesta kutsal yuvasını sarayının ya içine ya da yakınına yapmış; ören yerinin karışıklığından tam alaşılamıyor.

Vesta kutsal yuvasında bir kült heykeli bulunmadığı için Tanrıça Vesta tasvirleri çok nadir bulunmuş. Ele geçenler, tümüyle katlı harmaniye kuşanmış, bazen sevdiği hayvan eşekle birlikde görünen Vesta imgeleridir. Ocak ateşi tanrıçası olarak, Vesta fırıncıların da koruyucusu idi; bazı tasvirlerinde yanında görülen eşek değirmen taşını döndürme aracını simgelerdi. Vesta ile fırıncıların kutsal ruhu “Fornax” arasında da ilişki kurulmuş (bu sözcük aynı zamanda Lâtincede “fırın” demek olup batı dillerine İt. “fornace”, Fr. “fourneau”, ing. “furnace” gibi benzer formlarla geçmiştir). Vesta Kültü, Palatinus’a yerleşme döneminden kalma Cacus ve Caca inancı ile de bağlaşık bulunmuştur. Herakles hikâyesinde anlatacağımız Cacus Aventinus Tepesinde bir mağarada yerleşik olduğuna ve ateş soluduğuna inanılan Roma öncesi ilkel canavar bir tanrıdır. Caca onun kız kardeşi olup, ismi ağabeyininkinin dişilidir. Bu isim “kaka – kötü” anlamında hemen tüm dillerde bugün kullanılmaktadır.

PLUTO : Yunan “Yeraltı Tanrısı” Hades’in tam özdeşi. “Hades” maddesinde yeterli bilgi verilmişti.

Dipnotlarda verilen bilgiler dışında Olimpos Tanrıları hakkında topluca bilgi sunmaya burada son veriyoruz. Okuyucularımızın sabrını tüketmemek için artık küçüklerinden başlamak üzere mitolojik öykülere geçeceğiz; ikincil tanrılar, öteki mitolojik kişilikler, şimdiye kadar anlatmadığımız ritüeller ve geleneksel törenler hakkında öyküler içinde yeri geldikçe açıklama yapacağız. Bu arada, Mükremin Bulut adında değerli bir mimar okuyucumun, yazılarımda bana destek ve şevk veren lûtufkâr ve nazik yorumlarına minnettarlığımı sunarım; özellikle, geçen yazımın “yorum” köşesine yaptığı katkı, interaktif araştırmanın en güzel örneğini oluşturduğu gibi, bir rastlantı eseri olarak, benim bu bölüm için bir bakıma final teşkil edecek bir yanıt vermeme vesile oldu.

* Penates : Yiyecek ihtiyacını dolayısiyle ocağı da gözeten periler ya da ikincil tanrılar; ev içinden, özellikle kilerden sorumludurlar. Etrüsklerin Romalılara tanıttığı bu canları, Troya yangınından Aeneas’ın kurtarıp Romaya getirdiğine, bunların Vesta evine sığındıklarına inanılıyor. Etimolojik olarak “Penus” sözcüğünden türemiş olup “yemeği gözeten” anlamındaki bu sözcük de aynı zamanda kutsal bir yuvanın en iç hücresini ifade ediyor. Latince “Penetrare = içine girmek, sokulmak, nüfuz etmek” fiili (İtalyancası aynı, İng. to penetrate, Fr. Pénétrer gibi biçimlerle) batı dillerine geçmiş. Erkek cinsel organı demek olan “penis” de bu sözcükden geliyor. İngilizce konuşan topluluklarda bu sözcük argoda (öfemik amaçla, fakat istihza ile) “penus” olarak telâffuz edilir.

** Numa Pompilius : Romulus’dan sonraki Roma kralı (Cumhuriyetten önceki yedi kraldan ikincisi).

*** Matron : Şimdi (Mafia babaları da dahil) “işveren” yerine kullanılan “Patron”un dişil karşılığı…
Patron “Pater – baba”dan, Matron “Mater – anne”den türemiştir.

****Clivus Capitolinus : Tiberius Tak’ı yakınından başlayıp, iki taraflı anıtlarla çevrili Capitolinoya götüren yol.

/Ares

olymares.jpgsavaş tanrısı

ARES(Romalılarda MARS) :Zeus ve Hera’nın oğulları olan ARES’den, Homerosun yazdığına göre babası da annesi de nefret edermiş. Zaten bir savaş destanı olan İlyada’da bile menfur bir varlık olarak gösteriliyor. Öykünün kahramanları bazen Aresin tezgâhladığı cenk oyunlarının keyfi ile neşelerini buluyorlarmış ama çoğunlukla (bizdeki “gafil ne bilir meydan-ı gazadaki zevk-i safayı” türküsünü anımsatır biçimde) bu acımasız tanrının gazabından bucak bucak kaçarlarmış. Homeros onu cânî, eli kanlı, insan görünümünde somutlaşmış bir belâ, ama aynı zamanda, yaralandığında, acı ile böğürerek bağırıp dört nala kaçan bir ödlek olarak tanımlıyor. Bizim eskiler de “hain olan cebîn (korkak) olur” derlerdi ya… Bununla birlikde, çarpışma alanındaki erlere cesaret ve özgüven telkin etmekle görevlendirilmiş kalabalık bir maiyet erkânı vardı. Kız kardeşi Eris (anlamı “huzursuzluk ve kavga) ve Afroditten doğma oğulları Fobos (panik ve korku) ve Deimos (bozgun) da bu grubun içinde idi. Aresin dişil karşılığı yani “Savaş Tanrıçası” Enyo (Lâtin karşılığı Bellona) ve bazen Aresle özdeşleştirilen Enyalios adındaki ikincil tanrı da Ares’in en yakınında yer alıyordu. Onlar yürüdükçe arkalarından feryatlar yükseliyor, toprak kan selleri ile sulanıyordu. Roma mitolojisine girdiğimizde daha ayrıntılı anlatacağımız üzere, Romalıların “Mars”ı daha saygındır ve Vergilius’un “Eneid” adındaki büyük kahramanlık destanına göre uğruna can vermeye değer bir varlıkdır.

Mitolojide Ares’in figürlerine çok az rastlanır. Bilinen tek kişisel öyküsü Afrodit ile olan aşkıdır; onları “in flagrante delicto – uygunsuz durumda suç üstü” yakalayan Afrodit’in kocası Hefaystos’un şikâyeti üzerine Olimposlu tanrılar tarafından kınanmış, ayıplanmıştır. Bunun dışında, Helenistik ordularca savaşa çıkılırken desteği için tapınılan, bir savaş simgesi olmakdan biraz daha üst konumda olan; ama, Hermes, Hera ya da Apollon gibi seçkin kişiliği olmayan bir tanrı idi. Zaten savaşlarda daha çok onurlu mücadeleyi temsil eden Atena, Artemis, Apollo hattâ (Sparta’da) Afrodit gibi başka ilâhî varlıklar vardu. O savaşın en kötü, en aşağılık yüzü idi. Sık sık mağlup olurdu. İlyada’da Atena’ya mat olmuştu; hattâ bir ölümlü olan Diomedes onu yaralamıştı. Haydutluk yapan oğlu Kiknus’un ölümünün intikamı almağa kalkıştığında Herakles tarafından yaralanıp Olimposdan kovulmuş. Onu kült edinmiş kentler yoktu; sadece Atina’da Aeropagos (Ares Tepesi) eteğinde ona adanmış bir tapınak bulunuyordu. Daha çok eski Yunan’ın kuzey bölgelerinde, Tebai’de, onun adına, toplumsal erdemle bağlantısı olmayan, korku kaynaklı ibadetler yapılıyordu. Spartada ona (tahminen doğum yeri olan İskit ülkesindeki uygulama gibi) savaş tutsakları kurban edilirdi. Ayrıca (kthonik – ölüler diyarına ait bir tanrı sayıldığını gösteren bir uygulama ile) Enyalios’a yapıldığı gibi, geceleri onuruna köpek kurban ediliyordudu. Gerontray’da ona adanan festivalde kadınların kutsal koruya girmelerine izin verilmez ama Ginekotoynas (Kadınların Avutusu) lâkabı ile anıldığı Tegea’da kadın kurbanlarla onurlandırılırdı. Bazılarına göre meşru evlilik yaptığı Afroditten iki oğlu dışında bir de Harmonya isimli, Agloros’dan ise Alkippe adında kızları vardı. Trakyalı Diomedes’in de babası imiş; belki başka çocukları da var. Harmonianin kocası Kadmus’un ve Alkippe yüzünden Aresin muhakeme edilmesi öyküleri ayrıca anlatılacak. Yunanlılar ona köken olarak, Yunanistanın kuzey doğusundaki, halkı kaba ve vahşi yapılı Trakya’yı yakıştırmıştı. Buna uygun olarak simge hayvanı “akbaba” olarak seçilmişti. Bazıları da, Lakonia’daki (Sparta) kurban törenlerine bakarak ona simge olarak “köpek” yakıştırmşlar; ama bu doğrulanmamış.

Sanat eserleri arasındaki tasvirleri de çok değildir. En eskilerinden biri Afroditle yukarda anlattığımız aşk sahnesini canlandıran, İ.Ö.VIII. asra ait Lemnos vazosu parçasındaki resmidir. Bunun dışında, vazolardaki tasviri zırhlı savaşçı görünümündedir. Alkamenes, Skopas ve Leokares’in yaptığı heykelleri vardır. Partenondaki Olimpus tanrılarını bir arada gösteren freskde sivil hâli ile görünür. Bergama sunağındaki büyük freskde de sahne almıştır.

Ares’in sanata katkısı bu kadar; bilimde ise, Arendt’e verdiği dolaylı ilhamdan ibaret. Ama, Romalı karşılığı Mars daha sonra göreceğimiz üzere farklı…

/Artemis

olymartemis.jpgavcıların ve hayvanların tanrıçası

ARTEMİS (Romalılarda DIANA): Zeus ve Leto’nun kızı; Apollo’nun ikiz kız kardeşi ve kırsaldaki inananlarca, ilâhî kızların en popüleri olan avcı tanrıça Artemis’in elindeki yay ve okları ile gebe kadınları öldürerek kendi bakireliğini koruduğu kabûl edilirmiş. Kozmik özellikler taşır; bu bakımdan bir gök tanrıçası olarak bilinir. İlk özelliği “vahşî hayvanlar üzerindeki egemenliği” idi (potnia theron). Vahşî nesnelerin Hanım ağası idi; orman ve dağlar gibi yabanıl arazide dolaşırdı; bu bakımdan kült’ü (ona tapınma konusu) başda tanrısal hayvanlar olmak üzere doğa güçleri idi. Ağaç perilerini (Driad’ları) temsil eden genç kızların, Artemis’e adanan törenlerde dans etmeleri yaygın bir ritüeldi; en çok Karya’da uygulaması görülen bu törenlerle ilgili olarak ona “Artemis Karyatis” lâkabı veriliyordu; Karya, efsaneye göre ceviz ağacı nimfası (perisi) imiş. Bazı başka yerlerde Tanrıçayı, sedir ağacını temsil ettiğine inanılarak “Sedratis” diye anarlardı. Söğüt ağacının bulunduğu yerlerde de, bu ağaca aşık olduğu iddia edilerek “Lugodesma – Söğüt tutkunu” diye anılıyordu. Bazen de, muhtemelen, törenler sırasında sureti bir ağaca asıldığı için “Apankomene – Asılı” adını taşırdı. Özetle, çayır, ağaç ve bataklıkların ilâhî ruhu idi. Limnaya, Limnatis (Göllerin Anası) gibi lâkaplar taşıyan Artemis, kaynak ve pınar gibi su perileri (Nayades) ile birlikde sulardaki yabanıl yaşamı korurdu. Bir kadın için yadırganacak bir misyonu yüklenmiş, avcıların ulu’su olmuştu. Her dürüst avcı gibi, genç hayvanlara zarar vermez, onları sakınırdı. Bu özelliği ile, Homeros destanlarında rastladığımız ve Peloponez dışında çok kullanılan “Hayvanların Anası” epitetini almıştı. Bununla birlikde, mitolojik öykülerde sık görülen şaşırtıcı çelişkiler meyanında, kendisine genç bir kız kurban edilmeden Yunan filosunun Troya’ya sefere çıkmasına izin vermemişti. Pek çok başka öykülerde de çok kindar ve acımasız davranışlarına rastlarız (monoteist dinlerde bile bu tür çelişkileri görmüyor muyuz?). Öte yandan, kardeşi Apollon’un okları ile erkeklerin yaşamlarına son vermesi gibi, onun da, gümüş okları ile, ecelleri geldiğinde, kadınları çok anî ve acısız bir ölüme gönderdiğine inanılırdı. Homeros onu sadece, görünmeyen okları ile kadınlara ânî ölüm getiren acımasız bir köylü avcı olarak görmüş; ilgiye pek değer bulmamıştı; Odiseus’da ise, Afrodit gibi, kışkırtıcı kadın güzelliğinin paradigması, modeli olarak göstermiştir. Eskilos’un “Agamemnon” trajedisinde, Artemis, Helen’e yapılan tecavüzü Troya’yı yıkmakla cezalandırmaya kalkan bu Akalı komutana çok büyük bir gazap duyarak, bunu ona pahalıya ödetmek istediği anlatılır. Artemis’in kadınlarla ilişkisi (onlara hem yardım etmesi hem öldürmesi) bağlamındaki adı (anlamı bilinmeyen) “Lokia” idi. Doğumlara yardım ettiği zamanlar “Kalligenia – güzel çocuklar veren” diye nitelendiriliyordu.

Sonraki ozanlarca “Ay”ı temsil ettiğine inanılmaya başlandı. Foebus (Apollon) “Güneş” idiyse o da “Ay”dı. Artemis de dişi Güneş kabûl edilerek bu kimliği ile “Foebe” ve “Ay” kimliği ile “Selene -Lâtincede Luna” olarak anılılırdı; ancak, bu isimler kökenleri bakımından ona ait değildi; “Foebe” eski tanrılardan (Apollon ile ilgisi olmayan) bir Titan’dı. Selene de başka bir “ay-tanrıça”nın ismi olup, ilerde Apollo ile karıştırılmaya sebebiyet verecek olan güneş-tanrısı Helios’un kız kardeşi idi. Artemis’in “Ay Tanrıçası” sayılması, bazı son ozanlara göre, Ay’ın periodik devri ile kadınların âdet dönemleri arasında paralellik bulunmasındandır. Son Klâsik dönemin ozanları Artemis’i Hekate ile aynı kimlikde kabûl ediyorlardı. Onlara göre “üç formda” bir tanrıça idi: 1) Yeryüzünde Artemis, 2) Gökyüzünde Selene, 3) Karanlıklara gömülmüş yer altında Hekate… Hekate “Hilâl”in karanlık yanının, “Ay”ın bulutlar ardına gizlendiğinde karanlık gecelerin tanrıçası idi. Karanlığın gizlediği seyyiatın sorumlusu idi. Bazı yolları belâ ve kötü ruhların etkilerine açılan “Kavşakların Tanrıçası” idi. Ormanda edalı edalı koşuşturan çok sevimli bir avcı kız halinden, ışığını, karanlığın örttüğü yeryüzüne serperek insanlarda huzur verici duygular esinlendiren “Mehtap” halinden; Doğa’dan çiçek, meyve, sebze toplayarak kullarına dağıtan bir bakire bereket tanrıçası halinden korkunç ve tehlikeli bir ilahî varlığa dönüşmesini, gene insanın içindeki düaliteyi temsil etmesi ile mi açıklamak gerek?

İ.Ö. II. Bin yıllarında, Elenes (Yunanlar) denen barbar kabileler Peloponeze göçtüklerinde, yabanıl kırsallığın bakire bir tanrıçasını da beraberlerinde getirmişlerdi. Bu Hanım Ağa, burada “Enodia – Yaya Yolların Tanrıçası”, “Öklia – Muzaffer”, “Agra – Avcı” gibi isimler aldı. Bazı tarihçilere göre Giritte tapınılan (Anadoludaki “Kıbele”ye benzeyen) “Dağların Anası”ndan alınan esinle Yunanlıların kült’ü olmuştur. Attika’da “Halai Araphenides”deki “Tauropolia – Boğa Şenliğinde” “Artemis Tauropolos – Boğa Tanrıça”ya sunulan kan töreni de Artemis kült’ünün Minator (boğa başlı canavar) efsanesinin söylendiği Giritte doğduğunu doğruluyor. Ayrıca, İ.Ö. XIII. Yüzyıl Linear B (B hattı) yazıtlarında tam belirgin olmamakla birlikde “Artemis” adı deşifre edilmiş. Bu Giritli tanrıçanın Britomartis (Tatlı Bakire) diye ikinci bir adı da var (daha başka isimleri de olabilir). Ama, Minos uygarlığından farklı yanları görülmesi bakımından Anadolu uygarlıkları ve Yunanlıların kendi doğa tanrıları ile kimlik karışımından hasıl olduğu belli. İ.Ö. XIII-XII. asırlar boyunca Ege, Doğu Akdeniz ve Anadoluyu altüst eden Völkerwanderug (kavimler göçü) sırasında Deniz Halklarının saldırısına uğrayan Mikenos halkı, Egeyi geçerek Küçük Asyaya göçmesi üzerine orada Sibele (Kıbele) adındaki o yörenin en tanınmış ilâhesi Magna Mater’i (Büyük Anne’yi) bulmuş. Anaerkil Anadoluda bu annenin bir eşi varmış; ama karşısında çok zayıf kalan bu adamın kendisine yaklaşma girişimi ölümü ya da iğdiş edilmesi ile sonuçlanmış. Artemisin simgelerinden geyik ve köpeğin Anadoludaki Miken kalıntılarındaki heykellerde de görülmesinden bu kuram güç kazanıyor. Yalnız, Yunan geleneklerinde ve törensel uygulamalarda bir eş ya da iğdiş edilen rahip yer almıyor. Ayrıca, Artemisle bağlantılı kültler çok çeşitli. Örneğin, Fokis’de ve bazı başka yerlerde, anlamı bilinmeyen “Lofria” epitetli Artemis’e çok sayıda hayvan kurban edilir, bunlar yakılan bir cenaze ateşinin üzerine yığılırdı. “Artemis Agrotera”ya (Vahşetin Tanrıçası) Maraton utkusundaki yardımına karşı duyulan minnetin ifadesi olarak her yıl 500 keçi kurban ediliyordu. İnsan kurbanı uygulaması Öripides’in “İfijenya Toris’de” adlı eseri üzerine kaldırılmış (Hazret-i İbrahim’in insanların kurban edilme adetini, ancak, yerine hayvanları ikame ederek kaldırabilmesi gibi). Çeşitli kaynaklar, Karya’dan Dorların yerleştiği Sicilyaya uzanan hat üzerinde bir çok mevkie, değişik ozanlarca ayrı ayrı onun doğduğu yer olarak bakıldı. Onun onuruna, İ.Ö.VII. yüzyılda yaşamış ozan Alkman’ın lirik şiirlerinin, tanyeri ağarmadan bakireler korosu eşliğinde, okunduğu Sparta doğusundaki kutsal merkezde ona (anlamı bilinmeyen) “Ortia” lâkabı verilirmiş; her halde bu da, kendisinden önce tapınılırken yerini aldığı eski bir ulu ruh…

Doğurganlık tanrıçası olarak çoğunlukla Minoen “Eileithyia” ile özdeşleştirilmiş, “Anne”liği gebeliğe bağlı bir fiilî durum olarak gören bazılarınca “Kourtrophos – Hemşire” olarak anılmıştır. Artemis’in erdenlik ve iffet’i, Ege bölgesinin Deniz Halklarınca istilâ edildiği ve kültürel ve tarihsel karanlığa gömüldüğü dönemde (İ.Ö. 1100-800) ya da bu dönemden hemen sonra bir simge olmakdan çıkarak, bekâretin aile namusunu temsil eden dinî bir değer olduğu şeklinde katı bir inanca dönüşmüş. Kallisto mit’inin kült’ü, Tanrıçanın kendisine bağlanmış rahibelerin bakire olmaları gerekirken, bunlardan birinin hamile kalmasına tahammül edemiyerek, atasözlerine geçmiş ünlü öfkesi ile yay ve okunu yöneltirken, kazaen de olsa oku elinden kaçırarak onu öldürmesini betimler. Bu bağlılık Öripides’in “Hippolitos” adlı eserinde uç noktasına varmıştır; yarı tanrı olan Hippolitos adındaki genç ebedî erdenlik için Tanrıçaya yemin eder; onun bu tavrı Sibele’nin, kendilerini iğdiş eden rahiplerine benzer; yalnız onun iğdişliği fizik değil, manevîdir. Yabanıl arazide hane ve topluluk dışı yaşamı ve cinselliği tadamaması ile Artemis Olimpos tanrıları ailesinden bile sayılmaz. Bazı topluluklarda, özellikle “Artemis Öklia” kültünde, evlenme törenleri, bekaret kaybı öncesi duyulan endişe ve heyecanı yatıştırma amacı ile, onun onuruna icra edilirdi. Mora yarımadasının bir çok yöresinde onun adına yapılan danslar, toplum dışı, yabanıl karakterini yansıtır; vahşî, bazen fallik (erkek cinsel organlarının teşhir edildiği) ögelerle, timpani ve kamış flütler eşliğinde, maskeli katılımcılarca icra edilirdi.

Egemenlik alanındaki mahremiyetini ihlal ettiği için Artemis tarafından erkek bir geyiğe dönüştürülen Akteon’un, çocukları Artemis ve Apollon tarafından oklanarak öldürülen Niobe’nin, Öripides’in trajedilerinde yer alan İfijenya ve Hippolitos’un öyküleri ayrıca anlatılacaktır.

Çok çeşitli kılık ve biçimlere giren Artemis’in, Efes’i ziyaret edenlerin tanık olduğu gibi, bereket ve doğurganlığı simgeleyen çok sayıda memesi olan tasvirleri de var; ancak daha yaygın görüntüleri, sanatın inceldiği dönemlerde yapılan ve en güzel örneği Parisde Louvre müzesinde sergilenen, geyik ve köpek beraberindeki avcı kıyafetli heykelleridir. Bu heykel daha önce Versailles Sarayında teşhir edildiği için “Versailles Artemis’i” diye adlandırılmıştır. Gene Louvre’da, Roma’nın 20 km. kadar doğusunda eski Latium kenti Gabii’de bulunmuş ve Artemis’in drapörili harmaniye içinde, soylu bir tanrıça imajı ile göründüğü heykeli vardır. Efes’de İ.Ö. 560-550 yıllarında inşa edilen (daha çok Diana Mabedi olarak anılan) Artemis Tapınağı (Artemision) Dünyanın yedi harikasından biri sayılıyordu; bu görkemli eserden, geçirdiği talihsiz süreçler sonucu bugün pek iz kalmamıştır. Bunun dışında, Yunanistanda İon adalarından Korfu’da ve ülkemizde, Rahmetli Ekrem Akurgal hocamızın “Ancient Civilizations and Ruins of Turkey” isimli İngilizce eserinde ve Türkiyede uzun yıllar araştırma ve hocalık yapmış George E.Bean’in, İnci Delemen çevirisi dört ciltlik “Eski Çağda Türkiyenin Çeşitli Bölgelerini” anlatan eserinde ayrıntıları görüleceği üzere Salihli ilçemizde Sardis’de (Sart), İzmir Klarosda, Antalyanın Güllük Dağında Termesos’da, Magnesia ad Meandrum’da (Mendres Irmağı üzerinde Magnesia – Manisa dediğimiz Sipilen Magnesia’sından farklı bir nokta) Artemisionlar bulunmaktadır. Keza, aynı Magnesia, Sardis ve Arykanda’da Artemis sunakları vardır.

Kendisine izafe edilen niteliklere uygun olarak “Artemis”isminin bugünün kültüründe kullanıldığı yerlere gelince:
Bekâret ve iffeti simgeleyen Artemis ismi bugün de Yunanlı ailelerce kızlarına verilmektedir. Bunun Lâtin versiyonu Diana adının Batıda daha yaygın olduğunu biliyoruz. Dünyanın yedi harikasından ülkemizde bulunan ikincisi Bodrumdaki anıt-mezara adını veren Karya kralı Mausolos’un eşi de (aynı zamanda kız kardeşi) Artemisia adını taşır. Botanikde, aromatik ve baharat lezzetli bir bitki grubuna, belki de bâkir, kıraç alanlarda 100 türü yetiştiği için “Artemisia” adı verilmiştir. Aya iniş’e yönelik “Apollon Projesi”nden sonra, “Artemis Society International – Uluslararası Artemis Derneği”nce düzenlenen ve Ay’a turistik uzay gezilerini hedefleyen “Artemis Projesi” ortaya çıkmıştır. Genetik biliminde DNA analizlerinin sonucunu gösteren bir tekniğe “Artemis” adı verilmiştir. Java sistemi ile çalışan serbest bir bilişim difüzyonuna “Artemis Yayını” denmektedir. Tasarruflarını değerlendirmek isteyenlere yapılacak rehberlik çerçevesinde “Artemis International Solutions Corporation – Artemis Uluslararası Sorun Çözümü Kurumu” tarafından oluşturulmuş bir “yatırım planlama sistemi” vardır. ABD’nin tüm üniversitelerinde kadın ve çocuk sorunlarını konu edinen “Artemis Kadın Araştırmaları Rehberliği”programı uyglanmaktadır.

/Afrodit

olymaphrodite.jpgaşk ve güzellik tanrıçası

AFRODİT : Teogonia’dan naklen Uranos’un kanlı tohumlarından Kıbrısda Baf sahilinde köpükden doğduğunu yani Kronos’un kardeşi olduğunu anlattığımız bu tanrıça, Homeros’un Ilyada destanında, Zeus’un Dione’den doğma kızı olarak tanıtılır.

Afrodit, şuh kahkahalarla gülmeyi seven, “aşk” ve “güzellik” tanrıçasıdır. Tüm tanrıların ve erkeklerin akıllarını çelip onları yoldan çıkarır; kurbanlarına, baştan çıkardıklarına işveli tavırlarla güler, onlarla istihza eder. Hesiodos’a göre, doğrudan doğruya Kıbrıs’da köpüklerden doğan, başka ozanlara göre Sintera adası yakınlarında doğdukdan sonra Kıbrıs’a giden Afrodit, bazen “Sinteralı” bazen “Kıbrıslı” diye de anılır. Ona “VENUS” adını veren Romalı ozanlar da onu aynı niteliklerle tanımış, değişik çeşnideki şiirleri ile onun hakkında benzer öyküleri işlemişlerdir. Güzellik evrene onunla gelmiştir; önünde rüzgârları ve fırtına bulutlarını sürükleyerek denizlerde gezinir; bulutların arasından göz kamaştırıcı ışıklarını gösterir; rastladığı topraklarda rengârenk çiçeklere can verir; deniz dalgalarının coştukları vakit hasıl ettikleri sesin onun şakrak kahkahaları olduğu hayâl edilir. Onsuz bir evren zevk duygusu ve güzellik anlayışından yoksun kalacaktır. Afroditi betimlerken ozanların çizdikleri tablolar böyledir. Ama, kahramanların savaş sahneleri ile yüklü Ilyada’da olduğu gibi farklı görüntüler verdiği de olmuştur; burada, bir ölümlünün ona saldırmakdan korkmadığı yumuşak, zayıf bir yaratıkdır. Daha sonraki şiirlerde ise yaşadığı koşulların etkisi ile, erkekler üzerinde yıkıcı ve ölümcül bir etki yapan kötü ruhlu ve hilebaz kimliği ile tanıtılır. Öykülerin çoğunda “demircilik tanrısı”, çirkin ve topal “HEFAYSTOS”un (Romalılarda Vulkan) karısıdır; başda ADONİS ve ARES olmak üzere başkaları ile aşk yaşar. İffeti temsil eden “Afrodit Urania”dan ayrılması için, bazıları ona görkemli, gösterişli anlamında Pandemos sıfatını vermiştir. Pandemos’un “pan= tüm, bütün; demos= halk” şeklindeki etimolojisinden “popüler”, “tüm halka ait” anlamını da çıkarabiliriz. Sanatta simge olarak “mersin ağacı” ile, sevdiği hayvanlardan güvercin, kırlangıç ya da kuğu ile birlikde betimlenir. Bu tanrıçaya duyulan sevgi nedeni ile Anadolu’da bir çok kent’e “Afrodisyas” adı verilmiştir. Aydın’ın Karacasu ilçesine bağlı Geyre köyündeki aynı isimdeki ören yerindeki Afrodisyas kurulduğunda bir heykeltıraşlık okulunun merkezi olmuştu.

Yeni çağlar edebiyat ve kültürüne etkisine gelince, başda Pierre Louis’nin 1896’da yazdığı unutulmaz “aphrodite” olmak üzere aşk ve şehvet romanlarına esin kaynağı olmuş. Plastik sanatlarda, Atinadaki (öyküsünü sonradan vereceğimiz) ünlü Partenon tapınağının mimarı Faydias ve IV. Asırda yaşamış (aynı isimde gene bir heykeltıraş torunu olan) Praksiteles gibi Yunanlı ustaların eserlerinden başlayarak her çağda “ kadın güzelliği normu” olma iddiası ile yapılan sayısız Afrodit heykelleri müzeleri doldurmuştur.

Afros’un köpük demek olduğunu söyledik; bu anlamı ile zamanımızda kullanılan bazı sözcüklerin terkibine girmiştir: “afro-saç”; köpüklü şarap şişelerindeki gaz basıncını ölçmeye yarayan barometre demek olan “afrometre”, sodyum karbonat çiçeksimesi “afronatron” gibi… Afrodit’in kimliğini ima eden sözcüklerden “Afrodizyak”(cinsel arzuyu kamçılayıcı madde) örnek verilebilir.